XVIII. Türk Tarih Kongresi
Kongreye Sunulan Bildiriler (VIII. Cilt)
Hukuk ve Diplomasi – Türk-Ermeni İlişkileri
“Türk ve Türkiye tarihini çağdaş, sosyal bilim anlayışıyla araştırmak ve yaymak; bu alandaki araştırmaları desteklemek ve toplumdaki tarih bilincini geliştirmek” misyonu çerçevesinde faaliyetlerini yürüten Türk Tarih Kurumu, milli bir tarihsel kimliğin oluşmasında geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Dünyayı hâkimiyeti altına alan küreselleşme süreci, köklü millî ve manevi değerleri olmayan veya bunları gereği gibi koruyamayan kültürleri yok ederek milletleri öz kültürlerinden uzaklaştırabilmektedir. Gerek dünyada gerekse bulunduğumuz coğrafyada yaşanan olaylara bakıldığında tarih ve millî kültür bilincine sahip, geçmişten ders çıkarmayı bilen milletlerin her türlü zorluğa karşı kendi varlıklarını korudukları görülecektir. Bu nedenle Türk Tarih Kurumunun insanlığa, tarihe ve geleceğe karşı görev ve sorumlulukları oldukça önemlidir. Bu bağlamda, Kurumumuzun görev ve sorumluluklarında biri de yeni buluşları ve bilimsel konuları tartışmak üzere toplantılar, kongreler düzenlemektir. Bu toplantı ve kongrelerin en önemlisi Türk Tarih Kongreleridir. Dünyada kendi alanında en saygın kongreler arasında yer alan Türk Tarih Kongreleri, Türk tarihi ile Türkiye tarihinin önemli olaylarının aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamış, ülkeler ve insanlar arasındaki kültürel bağların kurulmasına ve geliştirilmesine de olumlu hizmetlerde bulunmuştur.
Sultan II. Abdülhamit Döneminde Verilen Kısas Hükümlerinin Değerlendirilmesi
Ahmet Aksın
ORCID: 0000-0001-9553-1573
Sayfalar: 1-18
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan sonra suç İstanbul’da işlenmiş ise yargılama Fetvahane ‘de, taşrada işlenmiş ise memleket (eyalet) meclisinde yapılacak, yargı hükmü Fetvahanenin incelemesinden sonra padişah onayıyla tekrar taşraya gönderilip, kısas infaz edilecekti. Kısas Defterleri ise bu verilen cezalarının icrasına ait hükümlerin kaydedildiği defterlerdir. Başbakanlık Arşivinde Nefy ve Kısas defterleri serisinden 989 numaralı “Divân-ı Hümayun Defterleri Kataloğunda kayıtlı H.1256–1327 / M. 1840–1903 tarihleri arasındaki ceza kayıtlarını ihtiva eden 10 adet defter vardır. Kısas Defterlerinde meydana gelen münakaşa, yol kesme, gasp, eşkıyalık, alacak, ticari rekabet, firar, vs. sebeplerle işlenen cinayetler ve suçlar ile devletin bu suçlulara vermiş olduğu cezalar yer almaktadır. Tebliğimizde 1874-1903 yıllarını ihtiva eden 10 Numaralı Kısas Defteri’nin Sultan II. Abdülhamit dönemine ait (1876-1908) 104-184. sayfaları arasındaki 130 adet hükmün değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu belgeler değerlendirilerek Olayların meydana geldiği şehirler ile suç ve suç oranları, Olaylarda işlenen siyasi (komitacılık, devlete başkaldırı, vs.) suçları, İşlenen cinayetlerin sebepleri (namus, alacak verecek, husumet vs. ile katil ve maktul bazında erkek, kadın, çocuk sayıları ve oranları, 4. İşlenen cinayet suçlarında Müslim-Gayrimüslim sayıları ve oranları ortaya konulmaya çalışılmıştır.
After the Tanzimat Period in the Ottoman State if the crime was commited in İstanbul, the trial would carried out in fatwa house, if it was committed in rural the trial would carried out (state) parliament, the judge provision would be sent to the rural again by padishah consent after the examination of the fatwa house, would talion executed. As for talion book is notebooks that saved of resolutions belong to execution these given punishments. In the Prime Ministry Archives there are 10 pieces books containing the punishment records of between the dates H.1256-1327 / AD. 1840-1903 registered in the “Catalog of Imperial Council Books” number 989 series of Banishment and Trial books. In the Talion Books the state that has given punishments for these criminals with taken place quarrel, latrocination, seizure, banditry, receivables, economic competition, escape etc. by reason of commit murders and crimes. In our communique, were made evaluated of 130 pieces judgments 104-184 between the pages (1876-1908) belong to the period of Sultan Abdülhamit II number 10 book of talion which inclusive years of 1874-1903. By evaluating these documents 1. Crime and crime rates with cities where the events took place crime, 2 Political crimes (committism, state to revolt, etc.) committed at the events, 3 With the reasons for the committed murders (honor, receivables and payables, hostility, etc.) the numbers and rates of men, women, children on the basis of killer and victim, 4. In murder committed were tried to revealed Muslim- non-Muslim numbers and rates.
Ermeni Soykırım İddialarının Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi Kararları Açısından Tahlili
Alaeddin Yalçınkaya
ORCID: 0000-0001-5553-0314
Sayfalar: 19-32
Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, 22 Kasım 2017 kararıyla, yargılanmakta olan Sırpların, Bosnalı Müslümanlara karşı eylemlerini soykırım olarak tanımladı ve cezalandırdı. Bu yargı kararı, soykırım suçunun tespit edilerek cezalandırıldığı ender örnekler arasındaki yerini almıştır. Mahkemenin yargılama sürecinde verdiği kararlar, yaklaşık çeyrek asır önce yaşananların soykırım olarak tanımlaması açısından son derece önemlidir. Bunun yanında, soykırımın ne olduğu, soykırım suçlarının nasıl tespit edilebileceği ve yargılama süreci yanında soykırımla suçlama davasında nasıl hüküm verileceği açısından Uluslararası Hukukta önemli içtihatlardan biri haline gelmiştir. 1948 Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi, belirli düzenlemeler getirdiği halde uygulama alanına geçmesinde önemli sorunlar yaşanmıştır. Bu bağlamda Ermeni soykırım iddiaları, sözleşme çerçevesine aykırı olduğu halde siyaset alanında bunların ortaya konmasında zorluklar yaşanmıştır. 22 Kasım kararı ile önceki kararlar ise bu konuda emsal teşkil eden unsurlar taşımaktadır. Bu çalışmada, sözleşmenin ilgili maddeleri ışığında mahkeme kararı değerlendirilmekte, soykırımı devletin değil de gerçek kişilerin yapabileceği sözkonusu dava ışığında ele alınmaktadır. Yine suçlanan ve cezalandırılan kişilerin niçin soykırım suçu ile itham edildikleri somut delillerle ortaya konduğu görülmektedir. Ermeni Soykırım İddialarının geçersiz olduğuna dair daha önce AB Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve diğer mahkeme kararları bulunduğu halde bu davada izlenen yargılama usul ve esasları, cezalandırmaya konu olan somut unsurların dikkate alındığı görülmektedir. Bu yönüyle Ermeni soykırım iddialarının genel olarak hukuk usulü özel olarak ceza yargılamaları açısından da anlamsız olduğu sonucuna varılmaktadır.
The International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia, in its decision of 22 November 2017, described Serbian actions against Bosnian Muslims as genocide and punished them. This judicial decision took place among the rare instances in which the crime of genocide was identified. The decison is crucial in terms of defining those who live about a quarter of a century ago as genocide. In addition, it is one of the important case law in international law in terms of what genocide is, how genocide crimes can be detected, and how to judge genocide in addition to trial process. The 1948 Convention on the Prevention and Punishment of the Genocide has serious problems when it comes to the field practice, as it has brought to certain regimes. In this context, although the Armenian genocide claims were contrary to the Convention’s rules, there were difficulties in revealing them in the field of politics. The decision of November 22 and previous ones, are a precendent in this respect. In this study, court decisions are evaluated in the light of the related items of the Convention. And genocide is handled in the light of the lawsuits that natural person can do, not the state. It is also seen that the persons accused and punished are put forward with concrete evidence that they accused of genocide. The EU Court of Justice, the European Court of Human Rights and other court decisions have previously ruled that the Armenian genocide claims are invalid. It is seen that the procedural principles and methods followed in this case are taken into consideration the concrete elements subject to punishment. In this respect it is concluded that the Armenian genocide allegations are meaningless in terms of criminal proceedings in general.
Yansıyan Gayrimüslim Davaları ve Çözüm Önerileri
Ali Açıkel – Kübra Dursun
ORCID: 0000-0001-9477-6923 – 0000-0003-2389-3801
Sayfalar: 33-56
Divân-ı Hümâyûn’dan çıkan kararların kaydedildiği defterlere genel olarak “ahkâm defterleri” denilmektedir. Bu kararlar konularına göre, Ahkâm-ı Mühimme, Ahkâm-ı Şikâyet, Ahkâm-ı Ru‛us ve Tahvil defterleri gibi değişik defterlere yazılırdı. 1649 yılından itibaren Divan-ı Hümayun’a bizzat veya aracılarla yapılan şikâyetler için sadır olan hükümlerin suretleri Şikâyet defterlerine kaydedilmeye başlandı. 1742-1908 yılları arasında eyaletlerden gelen şikâyetler için hazırlanan hüküm suretleri Şikâyet defterleri yerine, eyalet esasına göre tutulan Ahkâm Defterlerine yazıldı. Merkez ve orduya ait şikâyet hükümleri ise eskiden olduğu gibi Şikâyet defterlerine kaydedilmeye devam edildi. 1742-1908 yılları arasında Sivas eyaletinden devlet merkezine yansıyan şikâyetlerle ilgili Divân-ı Hümâyûn kararları Sivas Ahkâm Defterleri’ne kaydedildi. Toplam 36 adedi bulan bu defterlerde eyalete bağlı Sivas, Amasya, Arabkir, Bozok, Canik, Çorum ve Divriği sancakları ile bunlara tabi olan kaza ve köylere ait şikâyet hükümleri yer almaktadır. Genel olarak bu hükümler; eşkıya soygunları, ehl-i örf suiistimalleri, bazı mahkeme kararlarına itirazlar, borçlar ve mirasla alakalı şikâyetler, toprak anlaşmazlıkları, timar ve zeamet sahipleri ile köylüler arasında vergi tahsiline dair şikâyetler, bazı esnaf kolları arasındaki anlaşmazlıklar, vakıflarla ilgili şikâyetler, köyler arasında vuku bulan mer‘a, yaylak ve kışlak davaları, Gayrimüslim reayanın kendi arasında ve Müslim reaya ile yaşadığı sorunlarla alakalı davalar gibi konuları içermektedir. Kısaca, bu hükümlerde, Sivas eyaletinin sosyo-ekonomik durumunda görülen problemler hakkında önemli bilgiler bulunmaktadır. Bu bildirimizde, 1742-1744 yılları şikâyet konularını içeren 1 numaralı Sivas Ahkâm Defterleri’ne göre, Sivas eyaletinden devlet merkezine yansıyan Gayrimüslim davaları ve Divan’ın çözüm önerileri üzerinde durulacaktır. Seçilen bu defterde Gayrimüslim davaları ile ilgili yaklaşık 65 civarında hüküm sureti yer almaktadır. Çalışmada tespit edilen hüküm suretleri Osmanlı şer‘i ve örfi hukuku çerçevesinde analitik metotla incelemeye tabi tutulacaktır. Elde edilen sonuçlar diğer eyalet ahkâm defterleri üzerine yapılan çalışmalarla mukayese olunarak Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin genel hukuki hakları hakkında değerlendirmeler yapılacaktır.
The registers that the decisions out of the Dıvan-ı Humayun were recorded are generally named as “ahkam registers”. These decisions were written into such registers as Ahkâm-ı Mühimme, Ahkâm-ı Şikâyet, Ahkâm-ı Ru‛us ve Tahvil registers according to their subjects. The copies of the decisions prepared for the complaints to Divan-ı Humayun started to be written into Ahkam-ı şikayet registers from the year of 1649. The copies of the decisions given for the complaints from the provinces were recorded into, instead of Ahkam-ı şikayet registers, Ahkam Registers prepared on the basis of province between the years of 1742-1908. The complaints decisions related to the Center and the Army also continued to be recorded as usual. Divan-ı Humayun decisions related to complaints reflecting from the province of Sivas to the center of the State between 1742 and 1908 were recorded into the ahkam registers of Sivas. In these registers which are counted a total of 36 registers, there exist complaint decisions belonging to the sub-provinces of Sivas, Amasya, Arabkir, Bozok, Canik, Çorum and Divriği of the province and the districts and villages attached to these. Generally these decisions cover such matters as bandit robberies, misuses of high-ranking provincial officials, objections to some court decisions, complaints related to debts, land disputes, complaints regarding with the tax-collection between land-holding cavalries and peasants, incompatibilities among some guilds, complaints related to waqfs, lawsuits for sheltered places and mountain pastures and the lawsuits among Non-Muslims and between non-Muslims and Muslims . In short, there is important information on the problems seen in the socio-economic situation of the province of Sivas in these decisions. In our paper, the lawsuits for Non-Muslims reflecting from the province of Sivas to the center of the State and solution suggestions of the Divan for them will be examined according the Sivas Ahkam register with number of 1 which contained the lawsuits related to the years of 1742-1744. In this selected register, there are nearly 62 decision copies regarding with lawsuits for non-Muslims citizens, some of them are related to the lawsuits among Non-Muslims, some to those between Non-Muslims and Muslims. In the paper, the determined decision copies will be evaluated in analytic method in the framework of the Ottoman canonical and customary law. The determined results will be compared with works made on other provincial ahkam registers and made evaluations on the general rights relating to law of non-Muslims in the Ottoman State.
Mayıs Adli İnkılabı
Ali Cem Budak – Osman Demirbaş
ORCID: 0000-0002-3756-4964 – 0000-0002-4177-0824
Sayfalar: 57-78
Türkiye’de hukuk devrimi için bir tarih vermek yerine, bu devrimin önceki yılları da kapsayan bir süreç içinde meydana geldiğini kabul etmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Mayıs 1924 Adlî İnkılabı adlî teşkilat ve kadro bakımından birkaç yıl sonra gerçekleştirilecek olan, İsviçre Medenî Kanunu’nun iktibası ile simgelenen hukuk devriminin hazırlayıcısı ve hatta başlangıcı olarak görülmelidir. Mayıs Adlî İnkılabını meydana getiren yeni kanunlar “şer’iyye mahkemeleri – nizamiye mahkemeleri” ayırımına son vermiş; avukatlık mesleğini yerel barolar vasıtasıyla kayıt ve disipline altına almış; gerek hâkimler ve adliye personeli gerekse avukatlar arasında bir “tasfiye” işlemini gerçekleştirerek hukuk devrimini icra edecek kadroları hazırlamıştır.
The legal reforms in Turkey cannot be dated with a certain calendar year but must be viewed as a continuing process spread throughout the years. The Justice Reform of May 1924 with respect to the organisation of courts and regulation of legal profession is a preparatory or initial step for the legal reforms in the following years symbolised with the reception of Swiss Civil Code. The Justice Reform of May 1924 involving a series of new laws and amendments brought by the Parliament abolished the distinction between Sharia Courts and Regular Courts, regulated the legal profession through local bar associations, and prepared the human source infrastructure of the legal reforms through a “purge” in the legal profession by deregistration of attorneys-at-law from the lawyer’s associations and dismissal of judges and other public employees in the law courts.
Osmanlı’nın ‘Unutulmuş Son Diplomasi Zaferi: Batum Antlaşmaları (4-8 Haziran 1918)
Enis Şahin
ORCID: 0000-0001-6683-0080
Sayfalar: 79-98
1917 yılındaki Rus ihtilâllerinin en önemli yansımalarından bir kısmı, Türkiye ve Rusya arasında tampon bölge durumundaki Kafkasya’ya yönelik olmuştur. Çok farklı etnik ve dinî unsurların bulunduğu bu coğrafyanın, ihtilâl karşısındaki beklentileri de çok farklı olmuştur. Şubat ihtilalinden sonra aynı yılın ikinci önemli hadisesi durumundaki Bolşevik ihtilâli, Rusya’nın pekçok bölgesinde olduğu gibi, Kafkasya’da da genel manada kabul görmedi. Güneyi ve kuzeyiyle Kafkasyalıların çok büyük bir çoğunluğu, yüzyıllardır ülkeyi ”milliyetler hapishanesi” olarak yöneten Çarlığı deviren Geçici Hükümeti Rusya’nın asıl inkılapçı hükümeti olarak kabul edip, bu bakış açısıyla Bolşevikleri asla meşru bir iktidar olarak görmediler. İhtilalin ilk günlerinden başlayan bu muhalefet, Rusya Müessisler Meclisi’nin Bolşevikler tarafından zorla dağıtılmasından sonra daha müşahhas bir hâl aldı, adeta rüzgârlı hava fırtınaya, hatta kasırgaya dönüştü. Rusya’nın diğer pek çok bölgesi gibi Kafkasya da bundan çok derinden etkilendi. İhtilalden hemen sonra toplanıp Maverâ-yı Kafkasya Komiserliği adıyla bir hükümet kuran Kafkasya’nın güneyindeki idarî ve askerî otoriteler, meclisin zorla dağıtılmasından sonra kendi başlarının çaresine bakarak Seym adıyla teşriî meclislerini de hayata geçirdiler. Bölgenin üç aslî milleti durumundaki Azerbaycan Türkleri, Gürcüler ve Ermeniler, bu ani ve beklenmeyen gelişmeler karşısında birbirleriyle kader birliği yaparak, bölgelerinin istikbalini ve kaderini belirleme mücadelesine soyundular. Sovyet Rusya’nın imzaladığı Brest-Litovsk Mütareke ve Barışı’nı kabul etmeyip, Türkiye ile müzakere masasına oturdular. Bu sırada Ermeni mezalimi nedeniyle Türkiye’nin doğu cephesinde, Rusların boşalttığı bölgeyi geri alabilmek için bir ileri harekât düzenlendi ve başarıyla sürdürüldü. Bu arada Maverâ-yı Kafkasyalılarla bir ay süren Trabzon Konferansı, 14 Nisan 1918’de herhangi bir gelişme olmaksızın sonuçlandı. Türkiye’nin ileri harekâtı karşısında mağlup olan ve çaresiz kalan Tiflis’teki federatif yapı, 22 Nisan 1918’de bağımsızlığını ilân ve daha önce onaylamadığı Brest Barışı’nı kabul etti. Böylece Türkiye ve Rusya arasında Kafkasya merkezli bir devlet kurulmuş oldu ki, bu Türkiye’nin politikalarına da son derece uygundu. Türkiye’nin ileri harekâtı ve Türkiye ile Maverâ-yı Kafkasya arasındaki yeni gelişmeler sebebiyle Batum Konferansı toplandı. 11 Mayıs’ta müzakerelerine başlayan konferansın, başka bir resmî oturumu olmadı ve müzakerelere o tarihten sonra nota teatileriyle devam edildi. Yine konferansın ilk günü Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin Rusya’dan ayrılarak bağımsızlığı ilan olundu. Bu suretle Kafkasya tam anlamıyla Rusya’dan ayrılmış oluyordu. Aralarında hiçbir dinî, ırkî ve kültürel bağ bulunmayan Azerbaycan Türkleri, Gürcüler ve Ermeniler de bu sun’i birlikteliği daha fazla sürdüremediler ve Gürcistan’ın 26 Mayıs’ta bağımsızlığını ilân edip, Almanya’nın kanatları altına girmesiyle birlikte federasyon dağıldı ve Seym parçalandı. Her millet kendi milli meclislerini kurarak, bağımsızlık kararına vardılar. Azerbaycan Türkleri 28 Mayıs ve yalnız kalan Ermeniler de mecburen 30 Mayıs 1918 tarihinde kendi adlarıyla adlandırılan cumhuriyetlerini kurdular. Bu tarihten sonra Batum’daki müzakerelere, her ayrı cumhuriyet ile ayrı toplantılarla devam edildi. 4 ve 8 Haziran 1918 tarihlerinde olmak üzere Batum’da toplamda 20 adet antlaşma imzalandı. Bunların iki tanesi ortak, 18 tanesi ise münferit antlaşma idi. müştereklerin ilki Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan devletleri arasında imzalanan Bakû-Batum petrol hattına dairdi. İkincisi ise Türkiye ile Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan devletleri arasındaki Kafkasya demiryollarının taksimine dair hükümleri muhteviydi. Diğer 18 münferit antlaşmanın 4 tanesi Azerbaycan, 6’şar tanesi ise Gürcistan ve Ermenistan devletleriyle imzalanmıştı. Sayılan bu antlaşmaların tamamı 4 Haziran 1918 tarihini taşıyordu. Son iki antlaşma Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ile imzalanmıştı ki, sadece bunlar 8 Haziran’da imzalanmışlardı. Toplamda 20 adet olan Batum Antlaşmaları, Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesinden önceki son diplomasi zaferleri olarak büyük önemi haizdir. Devlet bu tarihten sonra, tâ yıkılışına (1922) kadar masadan galip olarak kalktığı başka bir antlaşma imza edemeyecektir. Bu nedenle Rusya’nın Cihan harbinden çekilişinden sonra, Doğu Anadolu’da başı boş kalmış olan Ermenilerin yerli ahaliye yapmış oldukları fenalıkları engellemek ve tabii ki Rusya’nın yokluğunda Brest Barışı’nın da kendisine verdiği hakları avantaja çevirmek isteyen Osmanlı devleti, doğu yönündeki ileri harekâtını sürdürmüş ve yer yer 1914, yer yer 1878 ve hatta yer yer de 1829 tarihindeki Osmanlı-Rus sınırlarına kadar ilerleyebilmiştir. Bu başarıların sonucunda Maverâ-yı Kafkasya masaya oturmuş ve Batum Antlaşmaları bu şartlarda imza altına alınabilmiştir. Bu son büyük diplomasi zaferi, Osmanlı devletine Kafkasya’da büyük avantajlar sağlamış, devlet Bakû-Batum petrol hattından ve Maverâ-yı Kafkas demiryollarından azamî ölçüde istifade etme hakkı kazanmıştır. Bunun Kafkasya’da Osmanlı devletine ekonomik, siyasî ve askerî pekçok kazanç elde ettirdiğinden şüphe yoktur. Bunların ötesinde dost ve kardeş Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleriyle sıcak münasebetler tesis edilmesi mümkün olabilmiş, Rusya’nın yokluğunda bu üç taraf birbirleriyle aracısız ilişki kurabilmişlerdir. Bu ilişkiler sayesinde gerek Azerbaycan ve gerek Kuzey Kafkasya ile Osmanlı devleti arasında ekonomik münasebetler geliştirilmiş, Rus ve Ermeni tehlikeleri nedeniyle Osmanlı devleti bu iki kardeş cumhuriyete askerî yardım gönderebilmiştir. Gürcistan ve Ermenistan Cumhuriyetleriyle imzalanan altışar adet antlaşmayla da bu devletler “tam anlamıyla” siyasî, askerî ve ekonomik yönden Osmanlı devletinin kontrolüne sokulmuştur. Bu iki yeni cumhuriyet, sınırları dahilinde özellikle çetelerin oluşumuna izin vermeyecekler ve gerek duyduklarında Osmanlı devletinden askerî yardım talebinde bulunacaklardı ki, sadece bu madde dahi, bu iki cumhuriyeti askerî ve ekonomik yönden Osmanlı’ya bağımlı hale getiriyordu. Antlaşmalarda dinî, siyasî, ulaşım ve ticarî konularda da önemli maddeler vardı. Bu antlaşmaların tamamı Maverâ-yı Kafkasya’da Osmanlı devletini tek söz sahibi ülke haline getiriyor, Osmanlı bölgeden tüm beklentilerini karşılamış oluyordu. “Ermeni Meselesi” diye bir problemin muhatabı olan Osmanlı devletinin, bu antlaşmalar sonucunda Ermenistan Cumhuriyeti’ni Azerbaycan ile Türkiye arasında sıkıştırarak bir ada devleti gibi bırakması ve bu yeni devletin yüzölçümünün de yaklaşık 10.000 km2 ile sınırlı olması, Türk diplomasisinin büyük başarısı olarak tarih kitaplarındaki yerini almıştır. Sadece bu örnek dahi, Batum Antlaşmalarının Türk tarafına sunduğu avantajların anlaşılması için yeterlidir. Batum Antlaşmaları Osmanlı devletinin altıyüz yıldan fazla devam eden tarihindeki son diplomatik zaferidir. Zira bu zaferden sonra Osmanlı diplomasisi masadan hep mağlup olarak ayrılacak, galibiyet yüzü bir daha göremeyecektir. Bu nedenle Batum Antlaşmalarının Osmanlı tarihinde mümtaz bir yeri vardır. Bu olumlu yanına rağmen, Batum Antlaşmaları, Cihan harbinin sonuçları itibariyle aynı zamanda tıpkı Brest-Litovsk Barışı’nda olduğu gibi “unutulan diplomasi zaferi” olma özelliğini de taşımaktadır. Zira dört yıl devam eden ve 1918 yılının güz aylarında mütarekelerin imzalanmasıyla sonuçlanan Cihan harbini, son yılın ikinci yarısında yaptığı hamlelerle galip bitiren İtilaf devletleri, elde etmiş oldukları bu önemli galibiyetle Brest Barışı’nda olduğu gibi Batum Antlaşmalarının da uygulamaya konulmasını engellemişler, böylece İttifak devletlerini Brest Barışı’ndan faydalandırmadıkları gibi, Türkiye’yi de Batum Antlaşmalarıyla elde ettiği avantajları kullanmaktan men’etmişlerdir. Başka bir ifadeyle İtilaf devletleri elde ettikleri bu kazanımla, hem Brest Barışı’nın ve hem de Batum Antlaşmalarının unutulmasını sağlamışlar, Osmanlı devleti de bunların avantajlarından, meyvelerinden istifade edememiştir. Zira savaşın en sonunda mağlubiyete imza atıldığı için, Batum Barışı savaş sırasında imzalanan sıradan bir barış olarak görülmüş, savaşın sonucuna etki edebilen bir özelliği olmamıştır. Türkiye Mondros Mütarekesi’ne imza attığında, kimse savaş içerisinde elde ettiği başarıları veya avantajlı duruma geçtiği barış antlaşmasını hatırlamamış, Batum Antlaşmaları netice itibariyle “sonuçlarından istifade edilememiş ve unutulmuş barış antlaşmaları” olarak tarihin tozlu raflarında yerini almıştır.
Osmanlı Hukuk Sisteminde Adli Sicil Uygulaması
Fatmagül Demirel
ORCID: 0000-0003-4225-0633
Sayfalar: 99-112
Adli sicil, adli sabıkaların belgelenerek, güvenilir bir şekilde kayıt altına alınması ve saklanması amacıyla kurulan sistemdir. Bir kişinin daha önce hangi suçtan ceza aldığının tespit edilmesi ve belgelenmesi ceza hukuku açısından oldukça önemlidir. Osmanlı Devleti’nde bir kişinin daha önce mahkûmiyeti olup olmadığı mahkeme ve hapishane defterleri esas alınarak tespit edilmekteydi. Mahkemelerde ve hapishanelerde tutulan mahkûmiyet kayıtlarının birer sureti Adliye ve Zabtiye Nezareti’ne gönderilmekteydi. Fakat gerek mahkemelerden gerekse hapishanelerden düzenli olarak mahkûm listelerinin toplanamaması sistemin işleyişinde sorunlar yaşanmasına neden olmaktaydı. Adliye Nezareti tarafından adli sicil işlemlerinin düzenlemesi amacıyla Avrupa ülkelerindeki uygulamalar örnek alınarak 1917 yılında Adli Sicil Nizamnamesi hazırlanmıştır. Bu nizamnameye göre yeniden yapılandırılan adli sicil uygulaması Cumhuriyet dönemindeki uygulamanın kurumsal alt yapısını oluşturmuştur. Fakat literatürde Osmanlı dönemi adli sicil uygulaması hakkında araştırma olmamasından dolayı Cumhuriyet’e devr eden yapı bilinmemektedir. Bu tebliğin temel amacı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e adli teşkilatta görülen sürekliliğe örnek olması bakımından, Osmanlı’da adli sicil uygulamasını ortaya koymak olacaktır. Tebliğde, Adli Sicil Nizamnamesinden önce adli sicil uygulaması hakkında bilgi verildikten sonra, nizamnameyle değişen sistemde adli sicil kayıtlarının merkezde ve taşrada nasıl tutulduğu, adli sicile nelerin kayıt edildiği, adli sicilin nerelerde kullanıldığı, Osmanlı Arşiv belgelerine dayanılarak ele alınacaktır.
Judicial records is the name of a system which was established for documentation, recording and safekeeping of the list of crimes previously committed by any offenders. Determination and documentation of any previous convictions of an offender is of great consequence for the criminal law system. In Ottoman Empire, previous convictions of offenders were determined on the basis of court records and prison registers. Single copies of conviction records kept at the courts and prisons were forwarded to the Court of Justice. Nevertheless, inability to regularly collect the conviction lists either from the courts or prisons has given rise to problems in functioning of the system. Consequently, in order to systematize the judicial records practice the Court of Justice has introduced the new Judicial Records Regulation in 1917 by taking the relevant applications in the European countries as example. And the judicial records system restructured according to this Regulation has created the foundations of institutional judicial records practice in the Republican period. Nevertheless, due to lack of any research papers in the literature about the judicial records practice in the Ottoman Era, the structure inherited by the Republican period is not known. This paper basically intends to put forth the Judicial records practices in the Ottoman Era, in order to set an example of the continuity observed in the judicial organization from the times of Ottomans through the Republic. After providing information about the judicial records practice prior to enactment of Judicial Records Regulation, the paper intends to scrutinize the actual judicial records practice in the center and the provinces, the particular information entered into judicial records, and the areas of use of judicial records in line with the system changed under the regulation, as based on the manuscripts found in the Ottoman archives.
Rusya, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın II. Mahmut’a isyanı ve Suriye ile Anadolu’ya yayılması sırasında, Rusya karşı barış münasebetlerini takip eden II. Mahmut’a yardım etmeye çalıştı. Rus İmparatoru I. Nikolay, Mısır kuvvetlerin Anadolu’da ilerlemesinin durdurulması amacıyla, Tümgeneral Nikolay Muravyöv’e Rus İmparatoru’nun tehdit ihtiva eden sözlerini Mehmed Ali Paşa’ya iletilmesi emredildi. Rusya, II. Mahmut’un İbrâhim Paşa kumandasındaki Mısır kuvvetlerinin Boğaz’ları ve İstanbul’u ele geçirmelerinin önünü alan çalışmalarında, ona yardım etmek istedi. Tümgeneral N. Muravyöv, İstanbul’a gelince ve İskenderiye’den oraya geri dönünce Osmanlı devlet ricali ile görüşmeler yaptı ve görüşmeler sırasında İstanbul ve Boğaz’ların savunmasını sağlamlaştıracak önemli bulduğu tedbirleri önerdi.
Russia tried to help Mahmut II who maintained peace relations with Russia, when the Egyptian governor Mehmed Ali Pasha rose against him and the Egyptian forces advanced in Anatolia. In order to stop the advance of the Egyptian forces in Anatolia, Russian emperor Nikolay I ordered General Nikolay Murav’yöv to go Mehmed Ali Pasha and tell him Nikolay I’s words of threat. Russia also tried to help Mahmut II to prevent the danger of the occupation of the Straits and Istanbul by the Egyptian troops under the command of Mehmed Ali Pasha’s son Ibrahim Pasha. During his stay in Istanbul, General N. Murav’yöv held meetings with the Ottoman state and military representatives. At these meetings he submitted them for consideration measures that he considered important and necessary to strengthen the defense of Istanbul and the Straits.
Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Osmanlı Hükûmeti’nin Mütareke Döneminde Yüksek Komiserlere Yönelik Takip Ettiği Diplomasi ve Bunun Siyasi Yansımaları
Resul Yavuz
ORCID: 0000-0002-7705-1020
Sayfalar: 137-170
Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra -bekasının tartışmaya açıldığı bir dönemde- uluslararası kamuoyunda ve devletlerarası platformlarda haklılığını duyurmak amacıyla diplomasinin inceliklerinden yararlanmayı bir zorunluluk olarak kabul etmiştir. Osmanlı Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra mütareke antlaşmasının imzalanması ile başlayan işgal sürecinde, -özellikle Paris’te devam eden barış konferansını etkilemek amacıyla- İstanbul’daki Müttefik yüksek komiserlerle yoğun bir diplomatik müzakere trafiği içerisine girmiştir. Sadrazam veya Hariciye Nezareti kanalları ile yürütülen bu diplomasi trafiği, bazen de çok önemli bir durum arz ettiğinde, bizzat saray tarafından yürütülmüştür. Her ne kadar bu diplomatik müzakereler ağırlıklı olarak İngiliz yüksek komiserleri ile yürütülse de Paris ve Londra’da Osmanlı Hükümeti aleyhine gelişen bir süreç ortaya çıktığında, bir denge politikası takip eder gibi, Fransız ve İtalyan yüksek komiserleri ile devam ettirilmiştir. Bu diplomatik müzakerelerde; -devletin bekasını ilgilendiren konular temel olmak üzere- Anadolu’da işgallere karşı ortaya çıkan direniş, iç politik gelişmeler, Bolşevik İhtilali’nin Anadolu ve bölge üzerindeki etkileri, Ortadoğu halklarının geleceği gibi konular ağırlıkla görüşülmüştür. Müttefik yüksek komiserler, gerçekleştirilen her görüşmeyi çok ciddi bir şekilde raporlayıp hükümetlerine iletiyor, hükümetlerinden gönderilen politik direktiflerle Osmanlı Hükümetine karşı nasıl bir politika izleyeceklerini belirliyorlardı. Yüksek komiserlerden gönderilen ve çoğunlukla görüşmeyi gerçekleştiren görevlinin öznel bilgisini de içeren raporlar, müttefik hükümetlerin ilgili merkezlerinde değerlendirilerek, gerekli notlar ve görüşler eklenmek suretiyle ilgili devletin Osmanlı Hükümetine karşı takip edecekleri politikaların temel unsurlarını oluşturuyordu.
The Ottoman Government regarded it as an obligation to take the advantages of the delicacy of the diplomacy in order to publicize its justification in the international public and intergovernmental platforms – at a time when its survival was open to debate. The Ottoman government entered into intensive diplomatic negotiations with the Allied high commissioners in Istanbul, in order to influence the ongoing peace conference in Paris, which began with the signing of the armistice treaty after the First World War. This diplomacy traffic, conducted by the Grand Vizier or the Minister of Foreign Affairs was carried out by the palace itself when it was necessary. Although those diplomatic negotiations were carried out with the British high commissionars, when a process emerged in Paris and London against the Ottoman Government it was carried with high commissioners of French and Italian, as if following a balance policy. In those diplomatic negotiations; – the issues that concerned about the surivival of the government- such as resistance to occupations in Anatolia, internal political developments, the effects of the Bolshevik Revolution on Anatolia and the region, and the future of the people of the Middle East were discussed. The allied high commissionars reported each meeting in a very serious way and communicated it to their governments and determined the policy towards the Ottoman government with the political instructions sent by their governments. The reports, including the subjective information of the officers about the task that was sent by the high commissionars were evaluated in the relevant centres of the allied governments and those were the basic elements of the policies that they would follow against Ottoman Government.
İngiliz Arşiv Belgelerine Göre Rauf R. Denktaş’ın Tutuklanma Süreci ve Bununla İlgili Yaşanan Gelişmeler (31 Ekim-12 Kasım 1967)
Soyalp Tamçelik
ORCID: 0000-0002-2092-8557
Sayfalar: 171-202
1964 Londra Konferansı’na katılan ve Makarios tarafından konferans sonrası “istenmeyen adam” ilan edilen Rauf R. Denktaş’ın, Kıbrıs’a girmesi yasaklanmıştır. Denktaş, 1964-1968 yılları arasında Ankara’da, kendi ifadesiyle, zorunlu olarak ikamet etmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla bu çalışmada; Denktaş’ın Kıbrıs’a gizlice çıkması, tutuklanması, sorgulanması ve Türkiye’ye iade edilmesiyle ilgili safahatın belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın ana problematiği, siyasal tarihe damga vurmuş birçok liderin zorunlu ikamet ettiği, bu göçün ilgili kişinin siyasal kimliğine ve düşünce dünyasına etkide bulunduğu, dolayısıyla bu etkinin Kıbrıs Türk siyasal hayatına da yansıdığı görüşüne dayanmaktadır. Araştırmanın kapsamı, Denktaş’ın Ada’ya gizlice çıkması ve tutuklanmasıyla sınırlı tutulmuştur. Araştırmanın ana hipoteziyse zorunlu ikametin, Denktaş’ın fikir ve ruh dünyasına etki yaptığına ve bu etkinin siyasal liderliğine katkı sağladığına dayanmaktadır. Araştırmada uygulanan yöntem ise süreç analizine dayanmakla olup, İngiliz arşiv belgelerine bağlı kalarak ilk kez ele alınmış ve bu dönem, Denktaş’ın özel arşivindeki belgelerin mukayesesiyle betimlenmiştir.
Rauf R. Denktash that participated in London Conference in 1964 was announced “persona non grata” by Makarios right after the conference and Denktash was banned to go to Cyprus. During 1964-1968 due to this comment, Denktash had to stay in Ankara compulsory. Consequently, it was attempted to determine phases about Denktash’s secret arrival to Cyprus, his arrest, arraignment and his return to Turkey. The main problematic of the research is; Most of the leaders that made mark in the history had a forced migration in their lives and this forced migration had a huge influence to the mentioned people’s political identity and thoughts. Consequently, it was indicated that such an impact had a reflection to the Cyprus Turkish political live too. The scope of the research was cramped with the secret arrival of Denktash to the island and his arrest. The main hypothesis of the article is that a forced migration had an impact on Denktash’s thoughts and moral and this influence contributed to his leadership. The method that has been utilized on this research is based on period analysis and it was analyzed due to the British archive documents by comparing with Denktash’s private archive documents.
Kudüs’te Savaş Hukuku ve Toplumlararası Yeni Düzenin Oluşumu (1914-1920)
Umut Karabulut
ORCID: 0000-0002-3947-9173
Sayfalar: 203-214
Bu çalışma ile amaçlanan, Birinci Dünya Savaşı’nın Kudüs şehrindeki toplumsal yapı ve dinsel gruplar üzerinde yarattığı değişiklikleri ortaya koymaktır. Bunun için, Birinci Dünya Savaşı’nın Kudüs’teki Osmanlı devlet düzenini olumsuz etkilediği ve bu olumsuzluğun günümüze dek devam ettiği tezinden yola çıkılacak ve bu dönemde Osmanlı Devleti’nin şehir nüfusu ve dinsel gruplar üzerinde uyguladığı politikalar incelenerek, Kudüs üzerindeki anlaşmazlığın ve toplumsal ayrışmanın temelleri ortaya konulacaktır. Çalışmanın temel kaynak grubunu, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan belgeler oluşturacaktır. Bunun yanı sıra Türkçe ve yabancı dilde yazılmış çeşitli basılı eserlerden de yararlanılacaktır.
The aim of the study is to exhibit the changes that the First World War created on the social structure and religious groups in Jerusalem. Therefore, the study will argue that the First World War negatively affected the Ottoman state order in Jerusalem and this negativity has continued until present day. Thus, the basis of the dispute and conflict over Jerusalem will be presented by examining the politics of the Ottoman Empire on the urban population and religious groups during the First World War. The main source group of the work will be the documents in the Prime Ministry Ottoman Archives. Moreover, various published works written in Turkish and foreign languages will also be used.
İmparatorluğun Son Savaşında Sivil Seçkinler: Mısır Hıdiviyyet Ailesi ve Faaliyetleri
Ü. Gülsüm Polat
ORCID: 0000-0003-0048-8467
Sayfalar: 215-236
Bu çalışmada I. Dünya Savaşı’nda Mısırlı seçkinlerin Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Almanya karşısındaki duruşları Mısır, İstanbul ve Avrupa’daki faaliyetleri hakkında değerlendirme ve kritiklere yer verilecektir. Sivil seçkin ifadesinin kullanılmasından amaç bu kişilerin aidiyetlerinin sıradan halktan olmadıklarını anlatmak içindir. Hidîv ailesine mensup olanlar ya da evlilik yoluyla bu seçkin zümresinin bir üyesi haline gelen prens ve prensesler Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na dahil olması ile birlikte kendilerini zorlu bir yol ayrımında buldular. Tarihî, kültürel, ailevî bağlarla bağlı oldukları Osmanlı İmparatorluğu savaşta Almanya yanında yer alırken 1882’den beri fiili bir işgal ile ülkede varlığını gün geçtikçe kuvvetlendiren İngiltere İtilaf Devletlerinin en önemli gücüydü. Mısır seçkinlerinin savaşan tarafların belgelerine yansıyan hareketleri, görüşmeleri, beyan ettikleri fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti, İngiltere ve hatta Almanya tarafından da dikkatle takip edildiklerini göstermekteydi. Öyle ki Mısırlı prens ve prenseslerin Osmanlı Devleti, İngiltere veya Almanya ile savaşın gidişatına dair istihbaratî içerikli bilgileri de aktardıkları görüşmeler bazen karşı tarafın takibine takılmakta bazen de ilgili devletin çeşitli birimleri arasında yazışmaya konu olmaktaydı. Buradan hareketle çalışmada savaş yıllarında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeyken savaşın çıkmasıyla İstanbul’da kalan, Avrupa’ya geçen yahut o günlerde Avrupa’da bulunan Mısırlı seçkinlerin faaliyetleri belgelere dayalı bir biçimde ele alınacaktır. Bu sayede hem çok uluslu bir İmparatorluğun böylesi bir savaşta sahip olduğu geniş iletişim ağları hem de bu yapının beraberinde getirdiği zafiyetler irdelenecek, savaşın farklı bir yönü ele alınacaktır. Çalışmanın ana kaynaklarını Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA/İstanbul), Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Dairesi Arşivi (ATASE/Ankara), The National Archives (TNA/Londra), St. Antony’s College Middle East Centre Archive (MEC Archive/Oxford) belgeleri, hatıratlar, telif-tetkik eserler oluşturacaktır.
In this study will discuss the about the activities of the Egyptian elite against the Ottoman Empire, England and Germany also their networking in Egypt, Istanbul and Europe during the World War I. The purpose of using the civilian elite expression is to explain that the these persons were not ordinary people. The princes and princesses who belonged to the Hidîv family or became a member of this elite group by marriage found themselves in a tough path with the inclusion of the Ottoman State in the First World War. The Ottoman Empire, where the Egyptian elites were bound by historical, cultural, and family ties, stood by Germany in the war, but England, the most influential force in Egypt, increased its influence from 1882 day by day. The negotiations of the Egyptian elite, the ideas and thoughts they declared were carefully followed by the Ottoman Empire, the Britain and even Germany. So much so that the interviews of the Egyptian prince and the princesses about the progress of the war with the Ottoman Empire, Britain or Germany were sometimes followed by the opposite side and sometimes also between the various units of the relevant state. In this study will be clarify and discuss The Egyptian elites activities in Europe in Istanbul are reflected in the documents during World War I. On this way wide imperial networking structure and its weakness but also its strength during World War I can be seen by researcher of this area. The main sources of the work are the Prime Ministry Ottoman Archives (BOA / Istanbul), Archives of Military History and Strategic Studies (ATASE / Ankara), The National Archives (TNA / London) Antony’s College Middle East Center Archive (MEC Archive / Oxford) will produce documents, memoirs, books and articles.
Şûrâ-yı Devletin Bürokratik Yapısı ve Çalışma Usulleri
Zeki Eraslan
ORCID: 0000-0002-4349-2274
Sayfalar: 237-266
Osmanlı Devleti’nde sistemi sil baştan sorgulayan ve tedricen değiştirmeyi hedefleyen bazı köklü reformlar 19. yüzyılda gerçekleştirilebilmiştir. Heterojen yapıya sahip bir imparatorluktan modern Türkiye’nin doğuşuna kaynaklık eden kritik bir kesit olan Tanzimat Döneminde reformcuların temel hedefi, muntazam ve müesses bir devlet düzeni kurmak suretiyle imparatorluğun bütünlüğünü korumaktır. Fakat çok geniş sahaya yayılmış kozmopolit bir imparatorlukta reformların eş zamanlı yürütülmesi ancak yetkin bir bürokrasi ve güçlü bir ekonomi ile mümkün olabilirdi. Bu ikisinin de 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda yeterli düzeyde bulunduğunu söylemek güçtür. Durum bu şekilde olsa da yasal ve anayasal reformlar açısından Tanzimat Dönemi, modern Türkiye’ye geçişte başat bir role sahip olmuştur. 19. yüzyılda harcanan çabaların bürokratik yönetim geleneğinin modernleşmesine zemin oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Tanzimat bürokrasisi tüm eksikliklere rağmen rasyonel bir idare tipini hedeflemiştir. Bu dönemde yapılan kanunlaştırma hareketlerinin çıkış noktası budur. Modernleşme sürecinde gerçekleşen köklü reformlarla Osmanlı patrimonyal bürokratik yönetim yapısı, Weber’in bürokrasi için öngördüğü en uygun model olan “rasyonellik” ve “yasallık” çizgisine doğru evirilmeye başlamıştır. Bu çizginin devamı olarak ihdas edilen ve günümüz Türkiye’sine tevarüs eden en önemli kurumlardan birisi de hiç kuşkusuz Şûrâyı Devlet olmuştur. Şûrâ-yı Devletin bürokratik yapısına dair yönetsel süreçler, çalışma usul ve esasları bu yapıyı kuran ve nasıl işleyeceğini tafsilatlı olarak gösteren hukuki dayanakları doğru tahlil etmekten geçmektedir. Bu çerçevede konuya ilişkin İrâde-i Seniyyeler, Şûrâ-yı Devlet Kanunu (Nizâmnâme-i Esâsî) ile Yönetmeliğini (Nizâmnâme-i Dâhilî) birlikte ele almak suretiyle meseleye bütünsel açıdan yaklaşılması mümkündür.
Some fundamental reforms, which aimed to completely questionable and gradually change the system in the Ottoman Empire, could be realized in the 19th century. During the Tanzimat Period, which was an important crossing that formed the basis for the rise of modern Turkey from a heterogeneous empire, the main target of the reformists was to protect the unity of the empire by establishing a regular and institutionalized governmental order. However, carrying out these reforms simultaneously within a cosmopolite empire that spread throughout a vast geography, was only possible with a powerful bureaucracy and economy. It is hard to argue that the 19th century Ottoman Empire possessed sufficient levels of both attributes. Regardless of the current state of the empire, in terms of legal and constitutional reforms Tanzimat Period has had a dominant role in the transition to modern Turkey. It can easily be argued that the efforts spent in the 19th century laid the groundwork for the modernization of bureaucratic administrative tradition. In spite of all its shortcomings, the Tanzimat bureaucracy targeted a rational type of administration. This is the starting point of the legalization movements made in this period. With the radical reforms that took place during the modernization process, the Ottoman patrimonial bureaucratic governance structure has begun to evolve towards “rationality” and “legality”, which is the most appropriate model for Weber’s bureaucracy. In line with this evolution, one of the most important institutions established and later inherited by the modern Turkish Republic has undoubtedly been the Council of States. The administrative processes, working procedures and principles of the bureaucratic structure of Council of States are derived from the accurate analysis of the legal basis, which establishes this institution and shows in detail how it will function. In this context, it is possible to use a holistic approach, by handling together the “İrâde-i Seniyye”, the Council of States law (Nizâmnâme-i Esâsî) and the regulation (Nizâmnâme-i Dâhilî).
Vilâyât-ı Sitte Islahatı Kapsamında Diyarbakır Vilayeti’nde Yapılan Çalışmalar (1878-1899)
Emel Demir Görür
ORCID: 0000-0003-1408-1377
Sayfalar: 267-284
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti Ermenilerle meskûn yerlerde ıslahat yapmayı kabul etmiş, ıslahatı icra etmekle mükellef tutulmuştur (61. madde). Ancak bu madde yapılması beklenen ıslahat çalışmaları noktasında sarih bir talep içermemekte olup yapılacak ıslahatlar, Berlin Antlaşması sonrasında Avrupalı Devletlerin Osmanlı Devleti’ne verdiği notalarla ve Osmanlı Devleti’nin bölgeye gönderdiği teftiş heyetlerinin çalışmaları sonucunda şekillenmiştir. Ayrıca üzerinde durulması gereken bir diğer husus da Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde Vilâyât-ı Sitte tabiri kullanılmamasıdır. Bu tabir daha sonraki süreçte Ermenilerin daha yoğunlukta yaşadığı yerler olan Erzurum, Sivas, Van, Diyarbakır, Bitlis, Mamuret’ül-Aziz Vilayetlerinin tümü için kullanılmaya başlanmıştır. Vilâyât-ı Sitte Islahatı için 1878-1895 yılları arası ıslahatın hamiliğini üstlenen İngiltere ile birlikte Fransa ve Rusya’nın gerek Dış İşleri Bakanları gerekse de Osmanlı ülkesindeki konsolosları vasıtasıyla ıslahatın bir an önce icrası için baskı yaptıkları ve bundan mütevellit devletlerarası yazışmaların çok yoğun olduğu bir dönem olmuştur. 1895 yılı Vilâyât-ı Sitte Islahatı adına bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Zira 27 Haziran 1895 tarihinde Yaver Ekrem Ahmet Şakir Paşa, Anadolu Vilâyâtı Umûm Müfettişliği’ne atanmış ve aynı yılın Ekim ayında Vilâyât-ı Sitte için 32 maddelik Islahat Layihası yayınlanmıştır. Bu tarihten Şakir Paşa’nın öldüğü 1899 yılına kadar olan ikinci dönemde bir yandan vilayetlerin kurum ve kuruluşları teftiş edilmiş ve bir yandan da layiha kapsamında ıslahatlar uygulanmaya çalışılmıştır. Ağustos 1895’te teftiş faaliyetleri için Anadolu’ya hareket eden Şakir Paşa, heyeti ile birlikte 1896 yılının Kasım ayında Diyarbakır Vilayeti’ne gelmiş, ıslahat layihası doğrultusunda eksiklikleri tespit etmiş ve ardından ıslahatın icrası için çalışmalar başlatmıştır. Diyarbakır Valisi Enis Paşa da bizzat sancak ve kazaları teftiş ederek ıslahat çalışmalarına katkıda bulunmuştur. Çalışmamızda sadece Başbakanlık Osmanlı Arşiv belgeleri ve dönemin gazetelerinden istifade edilmekle kalınmamış, İngiliz Milli Arşivi’nde bulunan konumuzla ilgili yazışmalar, konsolosluk raporları ve gizli belgeler de değerlendirilmiştir.
The need for reforms in “regions inhabited by Armenians” was accepted in the article 61 of the Berlin Treaty signed after the Ottoman-Russian War of 1877-1878. The Ottoman State was obliged to carry out the reform (Article 61). However, this substance does not have a clear demand at the point of the reform studies expected to be made. The reforms were shaped by the notes given by the European States to the Ottoman State after the Berlin Treaty and by the work of the inspection delegations sent by the Ottoman State to the region. Another point that needs to be emphasized is the fact that in the 61st article of the Berlin Treaty, the term of Vilayat-i Sitte is not used. This term began to be used for all of Erzeroum, Sivas, Kharpout, Van, Bitlis, Diarbekir Provinces where the Armenians lived more intensively in the later period. It was a period when the France and Russia, as well as Britain which undertook the reforms between 1878 and 1895, imposed a pressure on their interior as soon as possible through the Ministers of Foreign Affairs and their consulates in the Ottoman State, and the interstate correspondence was very intense. We can say that it is a turning point in the name of “Reformation of Six Eastern Provinces”. On June 27, 1895, Ahmet Shakir Pasha was appointed to the Anatolian General Inspector and a 32-item reform of project for Vilayat-i Sitte was published on October of the same year. During the second period from 1895 until the year 1899, when Shakir Pasha died, the institutions and institutions of the provinces were inspected and the reforms were tried to be implemented. Shakir Pasha, who moved to Anatolia for inspection activities in August 1895, came to Diyarbakır Province in November 1896 with his delegation, identified the deficiencies in the direction of the reform and then started work for the reform. Diarbekir Governor Enis Pasha also contributed to the reforms by inspecting the provinces and cazas. Our work has not only benefited from the documents of the Prime Ministry Ottoman Archives, but also the correspondences, consular reports and secret documents related to the position in the British National Archives were evaluated.
Çarlık Rusyası, Güney Kafkasya’da yerleşmek, İran ve Osmanlı sınırlarında tampon Hıristiyan devlet kurmak ve kendisinin gelecekteki işgal planlarını hayata geçirmek için Türkmençay (1828) ve Edirne (1829) Antlaşmaları’nın şartlarına dayanarak Ermenileri toplu surette İran ve Osmanlı Devleti’nden işgal ettigi Kuzey Azerbaycan topraklarına göç ettirmeye başlamıştır. Çarlık Rusya’sı, Ermenileri toplu olarak “Rusya’ya bağlı topraklar” ismi altında Azerbaycan’ın eski Revan, Nahçıvan, Karabağ Hanlıkları’nın ve Gürcistan’ın Azerbaycanlılara ait verimli topraklarına yerleştirmiştir. Rusya Devleti’nin hayata geçirdiği şu politika Azerbaycan’ın eski tarihi topraklarında gelecekte Ermenilere devlet kurması maksadı taşımıştır. İrandan göç ettirilen Ermeniler İrevan eyaletinin 119 köyünde, Nahçıvan eyaletinin 61 köyünde, Ordubad bögesinin 11 köyünde yerleştirilmişlerdir. Genellikle Revan eyaletinde 4559 (23.568 kişi), Nahçıvan eyaletinde 2137 (10.652), Ordubad bölgesinde 250 (1.340 kişi) Ermeni ailesi yerleşmiştir. Rus birliklerinin kumandanlığı İran Ermenileri gibi, Türkiye Ermenilerini de yeni işgal ettikleri Azerbaycan topraklarına göç ettirmek ve bununla da Türkiye ile sınır boyu topraklarda da Ermenilerin sayıca üstünlüğünü sağlamaya çalışmıştır. Bu maksatla, 10 Ekim 1829 tarihinde General Paskeviç İmparator I. Nikolay’a rapor yazıp Erzurum’da ve Kars’ta Ermenilerden 10 bin kişinin Gürcistan’da ve “Ermeni vilayeti”nde yerleştirilmesine izin istemiştir . Türkiye paşalıklarından Rusya hudutlarına (yani Kuzey Azerbaycan’a) 14.044 Ermeni ailesi göçürülmüştür. Erzurum’dan göç ettirilen 7288 Ermeni ailesinden 5000’i, Ardahan’dan 67 Ermeni ailesi Ahıska Paşalığı topraklarına, 1050 aile Borçalı ve Çalga etrafında, kalan 1305 aile ise Pembek ve Şöreyel’e yerleştirilmiştir. Kars’tan göç ettirilen 2464 aileden 2264’ü Pembek ve Şöreyel’e, 200’ü ise Talın bölgesinde, Bayezit’tan göç ettirilen 4215 aile Gökçe Gölü etrafına ve Baş Abaran’a yerleşmiştir. 1830 tarihinde Türkiye’nin Van, Bitlis, Muş, Ardahan, Kars, Erzurum, Bayezit paşalıklarından artık 100.000 Ermeni Gence, Revan ve Karabağ hanlıklarının topraklarına göçürüldü.
Tsarist Russia had begun to mass transfer of Armenians to the North Azerbaijani lands occupied by Iran and the Ottoman Empire, based on the conditions of Turkmenchay (1828) and Edirne (1829) peace treaties to get settled in the South Caucasus, to create a buffer Christian state on the borders of Iran and Ottoman Empire and to implement its future occupation plans. Tsarist Russia massively resettled Armenians to the Azerbaijani lands of former Iravan, Nakhchivan and Garabagh khanates and to the lands of Georgia belonging to the Azerbaijanis under the name of “Russian lands”. This policy pursued by the Russian Empire was aimed at establishing a state in the future in the historical lands of Azerbaijan. Armenians moved from Iran were settled in 119 villages of Iravan Province, 61 villages of Nakhchivan province and 11 villages of Ordubad region. In total, in the Iravan province were placed 4559 (23,568 people) Armenian families, 2137 (10,652 people) in Nakhchivan and 250 (1,340 people) in Ordubad region. The Russian military command, like the Armenians of Iran, was trying to transfer Turkish Armenians to the occupied territories of Azerbaijan, and thus to increase the number of Armenians in the border areas with Turkey. For this purpose, on October 10, 1829, General Paskevich wrote a report to Tsar Nicolas I asking to resettle 10,000 Armenians from Erzurum and Kars in Georgia and in the “Armenian province”. 14,044 Armenian families were relocated from Turkey’s Pashaligs to Russian borders (i.e., North Azerbaijan). 5,000 Armenian families out of the 7288 moved from Erzurum, 67 Armenian families from Ardahan were resettled in the Akhiska Pashalig, 1050 families around Borchaly and Chalga, and the rest 1305 Armenian families were resettled in Pambak and Shorayel. Out of the 2,464 families moved from Kars 2264 were settled in Pambak and Shorayel, 200 in Talin, and 4215 families from Bayezid were resettled around Lake Goycha and Bash Abaran. More than 100,000 Armenians from Van, Bitlis, Mush, Ardahan, Kars, Erzurum, Bayezid Pashalig were moved to the lands of Ganja, Iravan and Garabagh khanates in 1830.
1991 Sonrası Türkiye-Ermenistan Sınır Kapıları Sorunu -İktisadi Değerlendirme-
Kerem Karabulut
ORCID: 0000-0002-3159-3289
Sayfalar: 315-326
1915 olaylarından 1991’de eski SSCB’nin dağılma sürecine kadar Türkiye ile Ermenistan arasında herhangi bir sosyo-ekonomik ilişki bulunmamaktaydı. Bu durum dünya siyasi ve ekonomik düzeninin bir gereğiydi. Ancak 1991 yılında Eski Dünya Düzeni denilen dönemin iki temel aktöründen biri olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasından sonra Türkiye ile Ermenistan arasında sosyo-ekonomik ilişkilerin kurulabilirliği imkânı doğmuştur. Ancak Türkiye’nin tüm iyi niyet çabalarına rağmen, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal etmesi, Şubat 1992’de Hocalı’da giriştiği katliam, Türkiye’yi soykırımla suçlaması, tazminat talebi ve toprak talebi gibi isteklerinin devam etmesi üzerine Türkiye sınırlarını kapatarak bu ülke ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Bilindiği gibi Ermenistan’ın herhangi bir deniz bağlantısı bulunmamaktadır ve mevcut dört kara sınır komşusu ülkelerden (Türkiye, Azerbaycan, İran ve Gürcistan) sadece İran ve Gürcistan ile siyasi ve ekonomik ilişkileri bulunmaktadır. Nüfus açısından ve coğrafi büyüklük açısından küçük ülkelerden biri konumundaki bu ülkenin iktisadi ve siyasi yaşamı tamamen dış ülkelere ve oluşumlara bağlıdır. Coğrafi ve İktisadi olarak bağımlı bir konumda olan Ermenistan, varlığını bir anlamda Türkiye ve Azerbaycan bağlantılı problemler üzerinden devam ettirmektedir. Böylece hem bölge üzerinde siyasi ve iktisadi çıkarları olan ülkelerden hem de Ermeni Diasporasından önemli destekler görmektedir. Bu gelişmelerin neticesinde, Ermenistan’ın Türkiye ile olan sınır kapılarının kapatılması Türkiye’den çok Ermenistan’ı olumsuz etkilemektedir. Çünkü, Türkiye 780 bin kilometre karelik bir coğrafya ve 80 milyonluk bir Pazar konumunda iken, Ermenistan yaklaşık 2,5 milyonluk bir Pazar ve 28 bin kilometre karelik bir coğrafyadır. Bu çalışma ile saha araştırmaları, istataistiki veriler ve teorik bilgiler doğrultusunda Türkiye-Ermenistan sınır kapılarının kapalı olmasının bu iki ülke açısından önemi/önemsizliği analiz edilmektedir. Çalışmada, öncelikle Ermenistan’ın mevcut durumu ortaya konulmakta ve sınır kapılarının açılması veya açılmaması durumunda Türkiye açısından ne tür siyasi ve iktisadi kayıplar ve kazançlar olabileceği değerlendirilmektedir.
Until the disintegration of the former USSR in 1991 from the events of 1915, between Turkey and Armenia was not any socio-economic relations. This was a requirement of world political and economic order. But in 1991, one of the two main actors of the period called the Old World Order, the Union of Soviet Socialist Republics (USSR) kurulabilirlig after the disintegration of socio-economic relations between Turkey and Armenia opportunity was born. However, despite all of Turkey’s good faith effort to occupy 20% of Armenia’s territory of Azerbaijan, the massacre of entry in Khojali in February 1992 Turkey of genocide charges, the borders of Turkey on the continuation of the request, such as compensation and land demand by cutting off diplomatic relations with this country. As known, Armenia is not have any sea and land connection. Within the existing four countries (Turkey, Azerbaijan, Iran and Georgia), there are only political and economic relations with Iran and Georgia. The economic and political life of this country, which is one of the smallest countries in terms of population and geographical size, depends entirely on foreign countries and formations. Armenia is in a subordinate position as a geographic and economic, in a sense continues through the existence of problems related to Turkey and Azerbaijan. Thus, it sees significant support both from the countries with political and economic interests on the region and from the Armenian Diaspora. As a result of these developments, the closure of Armenia’s border with Turkey, which is a very negative impact on Armenia from Turkey. Because, while Turkey 780 thousand square kilometers of geography and location in a market of 80 million, Armenia is a market of 28 thousand square kilometers and a region of approximately 2.5 million. In this study, field research, statistical data and theoretical knowledge in line with the importance of the Turkey-Armenia border closed their doors in terms of these two countries / insignificance are analyzed. In the study, it is considered to be primarily lays down the current situation in Armenia and the opening of border crossings or in terms of what kind of political and Turkey is opened may be economic losses and gains.
This paper analyzes how and why the Armenian revolutionary nationalists, particularly the ARF-Dashnak, turned against the Ottoman Empire by 1912, and began to work again for the Russian expansionist ambitions toward Anatolia and the Straits. In the context of the Italian-Ottoman war, Balkan wars and affirmation of Russian ambitions, particularly with the scheme of “reforms” in eastern Anatolia, adopted in 1914, the Armenian nationalist leadership reached the conclusions that, after Balkan nationalists, it was their time to take part to a complete dismembering of the Ottoman Empire, with the full support of Saint-Petersburg as well as the implicit approval of London, and in spite of the opposition of Paris (until mid-1915). As early as 1912, the assassination of Bedros Kapamacıyan, the pro-CUP mayor of Van, by the ARF-Dashnak marked the rupture between this party and the Ottoman state. The next year, the Hunchak’s plot to assassinate Talat and the activities of Russian agents in eastern Anatolia, particularly in Bitlis, escalated the tension, even more as the Balkan wars and Russian pressure for “reforms” in eastern Anatolia continued at the same time. Regardless, the CUP maintained its Ottomanist policies, voted the law on universal military duty in 1914 and continued to appoint loyal Armenians to sensitive positions. The situation changed after the outbreak of the First World War, when the Armenian revolutionary parties moved from to terrorism to a coherent strategy of insurrections and attacks toward roads, railroad and telegraphic lines. The goal was to help Russian invading forces and to obtain an Anglo-French landing at İskenderun or Mersin. As a result, the Ottoman government gradually adopted a counter-insurgency policy of relocation to deprive the rebels from the logistic support they enjoyed in the Armenian population and to suppress these insurrections.
Osmanlı Modernleşmesinde Bir Mühtedi: Mustafa Celâleddin Paşa (Konstanty Borzecki) (1826-1876)
Necati Çavdar – Burhan Budak
ORCID: 0000-0002-0713-6803
Sayfalar: 375-396
1848 İhtilali’nden sonra Ferdinand’ın yerine imparator olan Jozeph’in, Avusturya-Macaristan’ı tek devlet olarak birleştireceğini açıklaması üzerine, Kossuth 1849’da Macaristan’ın Avusturya’dan ayrılarak bağımsızlığını kurduğunu açıklamıştır. Avusturya’ya yardıma gelen Rus orduları karşısında mağlup olan Kossuth ve yandaşları ülkelerini terk ederek çeşitli Avrupa ülkelerine ve Osmanlı Devleti’ne sığınmak durumunda kalmışlardır. Sultan Abdülmecid, Kossuth ve diğer Macar mültecilerini Avusturya’ya teslim etmeyerek Osmanlı devlet kademelerinde istihdam etmiştir. Osmanlı Devleti’ne iltica etmiş bulunan şahıslardan biri de Konstanty Borzecki’dir. Leh asilzadelerinden olan bu şahıs Müslüman olarak Mustafa Celâleddin Paşa adıyla uzun yıllar Osmanlı ordusunda görev yapmıştır. Harp Mirlivası Ömer Paşa’nın kızı Saffet Hanım ile evlenmiş, bu evlilikten Hasan Enver (Ferik Hasan Enver Paşa) ve Ali Seyfi adında iki oğlu olmuştur. Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yaptığı muharebelerde etkin rol oynamış olan Mustafa Celâleddin Paşa, 10 Ekim 1876 yılında Karadağ’da şehit düşmüştür. Askerlik mesleği esnasında Osmanlı Devleti’nin kurumlarının aksayan yönlerini konu edinen yazılarını çeşitli gazetelerde yayımlamıştır. Basiret gazetesinin yayın kurulunda yer alarak bu gazetenin Prusya-Fransa Savaşı’nda Prusya’yı desteklemesini sağlamıştır. Mustafa Celâleddin Paşa’nın Türk modernleşmesine belki de en mühim katkısı, 1869 yılında Courrier d’Orient gazetesi matbaasında basılan ve Sultan Abdülaziz’e ithaf edilen Les Turcs Anciens et Modernes adlı eseri kaleme almasıdır. Turo-Aryanizm fikrini ortaya atarak Türklerle Avrupalıların aynı kültür kökeninden geldiklerini iddia eden eser, özellikle “Türkçü” çevrelerde büyük yankı uyandırmıştır. Bu çalışma ile Mustafa Celâleddin Paşa’nın şahsî ve askerî kişiliği bütün yönleriyle incelenerek Osmanlı modernleşmesindeki yeri tespit edilmiş olacaktır. Konunun kaynaklarını Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), dönemin Osmanlı basın organları ve Polonya kaynaklı veriler teşkil edecektir. Mustafa Celâleddin Paşa’nın bilimsel çalışmaları ve Türk düşünce alanına katkıları tespit edilirken, Les Turcs Anciens et Modernes adlı eserinden, Paşa’nın not defterinden ve dönemin hatıralarından faydalanılacaktır.
Following the 1848 Revolution, Kossuth declared in 1849 that Hungary threw away Austria and constituted independence when Jozeph, who became Emperor instead of Ferdinand, declared that he would join Austria and Hungary as one state. Kossuth and his compatriots, who had been defeated against the Russian armies who helped Austria, had to abandon their countries and take shelter in various European countries and the Ottoman State. Sultan Abdulmecid did not deliver Kossuth and other Hungarian refugees to Austria and employed them in the Ottoman state. Konstanty Borzecki is one of the people who asylumed by the Ottoman State. This person, who was one of the Polish nobles, served as a Muslim in the name of Mustafa Celâleddin Pasha for many years in the Ottoman army. He was married to Saffet Hanım, the daughter of the War Brigadier Ömer Pasha, and from this marriage, he had two sons named Hasan Enver (Ferik Hasan Enver Pasha) and Ali Seyfi. Mustafa Celâleddin Pasha, who played an active role in the battles of the Ottoman Empire with Russia, became a martyr in Montenegro on October 10, 1876. During his career in military service, he published articles in various newspapers that addressed the halting aspects of the institutions of the Ottoman State. He took part in the editorial board of the journal Basiret and ensured the journal to support Prussia in the Prussian-French War. Perhaps the most important contribution of Mustafa Celâleddin Pasha to the Turkish modernization is to have his work entitled Les Turcs Anciens et Modernes, which was published in the printing press of the journal Courrier d’Orient in 1869 and dedicated to Sultan Abdülaziz. The work, which claimed that the Turks and Europeans came from the same cultural background by claiming the idea of Turo-Aryanism, caused great repercussions especially in the “Turkist” circles. With this thesis, the private and military personality of Mustafa Celaleddin Pasha will be examined in all aspects and his place in the Ottoman modernization will be determined. The sources of the matter will be the Prime Ministry Ottoman Archive and the Ottoman press organs of the period. While Mustafa Celâleddin Pasha’s scientific studies and contributions to the field of Turkish thought are being determined, his work Les Turcs Anciens et Modernes will be utilized, and while the stronghold model he established on the Ottoman Iran border is being studied, Pasha’s notebook and memories of the period will be used.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Ermeni Partilerinin Seçim İttifakları
Nejla Günay
ORCID: 0000-0001-5895-8359
Sayfalar: 397-418
Sultan II. Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’i ilan ettikten sonra Osmanlı Mebusan Meclisi’nin açılması çalışmaları başladı. Mecliste görev yapacak mebuslar, her bölgede yapılacak seçimlerle bütün unsurların nüfus oranına göre belirlenecekti. Osmanlı Devleti’nde seçim kanununa göre seçim iki aşamalıydı. Birinci aşamada seçmenler mebus seçecek seçmenleri belirliyor, bu kişiler de seçimin ikinci aşamasında Osmanlı parlamentosuna gönderilecek isimleri seçiyordu. Osmanlı parlamentosuna Müslüman (Türk, Kürt, Arnavut, Arap) kökenli mebuslarla Rum, Ermeni gibi gayrimüslim mebusların da seçilmesi gerekiyordu. Mecliste temsil edilen grupların siyasi partilere dönüşümü Ağustos 1909’da “Cemiyetler Kanunu”nun çıkarılmasıyla söz konusu oldu. Müslümanların kurduğu en büyük parti İttihat ve Terakki Fırkası idi. Daha sonra buna Ahrar, Hürriyet ve İtilaf fırkaları da eklenecektir. Ermenilerin kurdukları partiler ise Hınçak, Ramgavar ve Taşnaksutyun partileriydi. Müslüman partilerle Ermeni partilerinin seçim ittifakları yaptıkları bilinmektedir. Taşnakların İttihat ve Terakki Partisi ile Hınçakların Hürriyet ve İtilaf Partisi ile ittifak kurup seçimlere birlikte girdikleri görülmektedir. Bu çalışmada; Ermenilerin seçim ittifaklarını neye göre yaptıklarının araştırılması amaçlanmaktadır. Ermenilerin seçim ittifakı yaparken 1908, 1912 ve 1914 seçimlerinde aynı yolu mu izledikleri sorusuna cevap aranacaktır. Bu ittifakların Türk-Ermeni ilişkilerini ne yönde etkilediği ve bu ittifakların ne gibi sonuçlar doğurduğu araştırılacaktır. Çalışmada Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleriyle dönemin matbuatı temel kaynaklar olarak kullanılacaktır. Ayrıca dönemin Müslüman ve Ermeni kökenli mebuslarının anılarına müracaat edilecektir.
Efforts to reopen the Ottoman Chamber of Deputies began after Sultan Abdulhamid II announced the second constitution on July 23rd, 1908. The members of the parliament were supposed to be determined regarding the population ratio of each element of the Empire through elections in every region. The elections in the Ottoman Empire consisted of two stages by law. On the first stage, voters determined the electors who would elect the members of the parliament, and these electors voted to determine the members of the parliament on the second stage of the elections. Non-muslim parliamentarians such as Rums and Armenians needed to be elected as well as Muslim (Turkish, Kurdish, Albanian, Arabic) ones. The groups represented in the parliament transformed into political parties after the announcement of the Law of Societies in August 1909. The strongest Muslim party was the Committee of Union and Progress, which was followed by Ottoman Ahrar and Freedom and Accord parties. The parties Armenians founded were Social Democrat Hunchakian Party, Armenian Democratic Liberal Party and Dashnaktsutyun Party. It is known that Muslim parties formed electoral alliances with Armenian parties. It was seen that the Dashnaktsutyun and Union and Progress parties formed alliances and entered the elections together similar to the alliance formed between Hunchakian and Freedom and Accord parties. In this study, it is aimed to study the criteria Armenian parties followed to form electoral alliances. Whether the train of thought the Armenians had while forming electoral alliances in 1908, 1912 and 1914 elections was the same will be investigated. How these alliances affected the Turco-Armenian relations and the outcomes of these alliances will also be studied. Main references for this study will be documents from the Ottoman Archives and the press of the investigated period. Furthermore, memoirs of Muslim and Armenian deputies of the era will also be consulted.
1895 Ermeni Olaylarında Süryanilerin Tutumu: Diyarbakır Örneği
Oktay Bozan
ORCID: 0000-0003-0485-556X
Sayfalar: 419-434
Osmanlı Devleti, idaresi altındaki gayrimüslimleri din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek idare etmiştir. “Millet Sistemi” denilen bu idarede gayrimüslimler her türlü din ve dâhili işlerinde serbest bırakılmıştır. Süryani Milleti İstanbul’un fethi sonrasında hukuki olarak Ermeni Patrikhanesine bağlanmıştır. Tarihsel olarak Ermenilerle Süryaniler, aynı dinin mensupları olup, genellikle aynı şehirlerde yaşarlardı. Osmanlı idaresinde Süryaniler ile Ermeniler arasında XIX. yüzyılın ortalarına kadar önemli sayılabilecek herhangi bir anlaşmazlık meydana gelmemiştir. Büyük bir sarsıntıya neden olan 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Ermeniler arasında bağımsız bir devlet kurma düşüncesi yeşermeye başlamış ve bu durum birçok etmenin de etkisiyle XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde isyanlara dönüşmüştür. Bu kapsamda Ermenilerin isyan çıkardığı yerlerden birisi de Diyarbakır vilayeti olmuştur. 1 Kasım 1895 günü vilayet merkezinde başlayan olaylar kısa süre içerisinde halklar arası çatışmaya dönüşmüştür. İsyanı geniş bir tabana yaymak isteyen Ermeniler özellikle Süryanileri kendilerine destek vermeye zorlamışlardır. Süryanilerin bir kısmı, Ermeni komitelerinin yönlendirmesi ve baskısı karşısında istemeyerek de olsa Ermenilerin Osmanlı Devletine karşı giriştiği “bağımsızlık” mücadelesini Hıristiyanların ortak mücadelesi olarak görmüş ve onları desteklemiştir. Bu nedenden dolayıdır ki olaylar başladıktan sonra Ermenilere duyulan tepkinin “Müslüman-Hıristiyan” çatışmasına dönüşmesi ve Süryanilerin de Hıristiyan olması nedeniyle Ermenilerle aynı kefeye konulması nedeniyle bazı Süryaniler de mağduriyetler yaşamıştır. Böylece Diyarbakır vilayetinde meydana gelen Ermeni olaylarında Müslümanların yanı sıra Süryaniler de olumsuz etkilenmiştir. Ancak buna rağmen özellikle Süryani din adamlarının tavrı belirleyici olmuştur. Nitekim Süryani toplumu genellikle Ermenilere karşı devletin yanında yer alarak toplumsal barışın tesisi için mücadele etmişlerdir. Süryaniler tahkikat komisyonlarına sundukları raporlarda meydana gelen olayların müsebbibinin Ermeniler olduğunu dile getirmişlerdir. Bu çalışmada Diyarbakır vilayetindeki Süryanilerin Diyarbakır’da meydana gelen 1895 Ermeni olaylarından nasıl etkilendikleri ele alınacaktır. Böylece Süryanilerin, Ermeni olayları sırasında Ermenilere ve devlete karşı nasıl bir politika takip ettiği ortaya konulacaktır.
Ottoman State governed non-muslims, who were under it’s administration, by organising them based on religion or religious sects. Non-muslims were free for all their religious life and affairs in this system called “Community System”. Assyrians were left to Armenian Patriarchate juristically, after the conquest of Istanbul. Armenians and Assyrians were members of same religion but lived in different provinces. There were almost any conflict occured between Assyrians and Armenians by the middle of XIX. Century. Armenians, who were the Ottoman citisens, beginning to consider establishing an independent state after the 1877-1878 Ottoman-Russian War which caused tribulation. Because of this situation and countless factors Armenians revolted against the Ottoman State at the end of the XIX. Century. Diyarbakir was one of the provinces which Armenians revolted in. Violence started in the city centre in the first of November 1895 turned o conflict between peoples in a short time. Armenians, who desired to spread the conflict on a large area, forced Assyrians to support them. Some Assyrians forced by Armenian resistance movements, supported Armenians unwillingly. Therefore some Assyrians, who did not support Armenians, had problem. Besides Muslims, some Assyrians also suffered in Diyarbakir Province. But especially the attitudes of Assyrian religious leaders were decisive. Thus, the people of Assyrian generally were with the Ottoman State for a social peace but against Armenians. Assyrians declared in the investigation reports that Armenians were responsible for the incidents. In this paper, it will be explained that how the Assyrians were effected with Armenian conflict in Diyarbakir in 1895. Thus, it will be found out that what what was the policy of Assyrians against Armenians and the Ottoman State, during the Armenian conflict.
Carl Heinrich Becker’in Sansürlenen Ermenilere Dair Yazısı
Ömer Faruk Demirel
ORCID: 0000-0002-6587-3254
Sayfalar: 435-456
Carl-Heinrich Becker’in terekesinde bulunan Ermeni sorununa dair daha önce yayınlanmamış iki metin bildirinin ana kaynağını oluşturmaktadır. Bu metinlerde günümüz Almanya’sındaki hakim Ermeni soykırımı iddialarının aksi fikir ileri sürülmekte. Becker 1915 yılında kaleme aldığı anlaşılan her iki metinde de Ermeni sorununu kaynaklarıyla beraber oldukça objektif bir biçimde ortaya koymakta. Bu metinlerin incelenmesi hem Ermeni sorununun hem de Almanların Ermeni meselesine yaklaşımlarının açıklığa kavuşmasına yardımcı olacaktır.
The main part of this lecture is made up of two unpublished texts on the problem of Armenia from the estate of C.H. Becker. The content of these texts is contrary to today’s prevailing opinion in Germany about armenian genocide. Becker is said to have written the two texts in 1915. In these texts, the Armenia problem is named with its causes and treated largely objectively. Examining these texts will help both in clarifying the Armenian issue and in explaining the German approach to the Armenian issue.
II. Abdülhamit Dönemi’nde Meydana Gelen Ermeni İsyanları Karşısında Süryaniler ve Süryani Patrikhanesi
Ramazan Erhan Güllü
ORCID: 0000-0002-6819-4003
Sayfalar: 457-472
Ermeni sorunu, 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı (93 Harbi) sonrası, önce Ayastefanos sonra da bu antlaşmanın iptaliyle imzalanan Berlin Antlaşması’nda (1878) açıkça zikredilerek uluslararası bir problem haline gelmişti. II. Abdülhamit’in saltanatının ilk yıllarına denk gelen bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti’nin gündemden neredeyse hiç düşmeyen tartışma konularının başında Ermeni sorunu gelecekti. Aynı tarihlerde kurulmaya başlayan Ermeni komiteleri kısa süre içinde silahlı faaliyetlerde bulunmaya başlamış, bu faaliyetler 1890 yılı ve sonrasında geniş çaplı isyanlara ve buna bağlı Müslüman-Hristiyan çatışmalarına neden olmuştu. Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları doğu vilayetlerinde yerli Müslüman ahali ile birlikte Hristiyan Süryaniler de yaşamaktaydı. Süryani nüfusun esas yoğunluğu Diyarbakır ve Bitlis vilayetlerinde bulunmakta, Süryani Patriklik merkezi de Diyarbakır vilayetine bağlı Mardin Sancağı’nda yer almaktaydı. Süryaniler, Osmanlı millet sistemi içerisinde Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı olarak idare edilmekteydiler. Devletle olan ilişkilerinde İstanbul Ermeni Patrikhanesi aracı konumundaydı ve Osmanlı Devleti, Süryanileri Ermeni milletinin bir parçası olarak kabul etmekteydi. Ancak Süryaniler, Tanzimat döneminden itibaren Ermeni milletine tâbi olmaktan çıkmak için uğraşmaya başlamışlar, devlete bu konuyla ilgili birçok talepte bulunmuşlardı. Süryanilerin bu taleplerini elde etmeleri ancak – bazı Süryanilerin de destek verdikleri – 1894 ve 1896 yıllarında birçok bölgede yaşanan Ermeni isyanlarının ortaya çıktığı süreçte gerçekleşecekti. Ermeni komiteleri organize ettikleri isyan hareketlerini bir Hristiyan dayanışmasına döndürmeye çalışmışlar, bazı Süryanilerden aldıkları destekle de bu hedefi kısmen başarmışlardı. Ancak Süryani Patrikhanesi ve Süryani ahalinin önemli bir bölümü isyanlara iştirak etmemişler, isyanlar sonrası yaşanan Müslüman-Hristiyan çatışmalarının sorumlusu olarak komiteleri görmüşler ve yaşanan süreç dolayısıyla kendilerinin artık Ermeni milletine tâbi olmaktan çıkarılmalarını istemişlerdir. Komitelerin faaliyetleri karşısında Süryanileri desteklemeyi uygun gören Osmanlı Devleti devam eden süreçte Süryanileri, Ermenilerden ayrı bir millet olarak tanıyacaktı. Bu çalışmada Ermeni isyanlarının Ermenilerle Süryaniler arasındaki ilişkilere tesiri ve Süryanilerin yönetimi ile ilgili olarak devletin değişen uygulamaları incelenecektir.
The Armenian question became an international problem after the Ottoman-Russian War of 1877-1878 , first mentioned in the Treaty of San Stefano then in The Treaty of Berlin which was signed with the annulment of this treaty. From this date on, the Armenian problem would become one of the main discussions of the Ottoman agenda. The Armenian committees, which had established on the same dates, soon began to engage in armed actions, immediately afterwards these activities were transformed into massive revolts and Muslim-Christian conflicts in 1890. In the eastern provinces where the majority of the Armenian population live, the Christian Syriac Orthodox community were settled as well as the local Muslim population. The main density of Syriac Orthodox population was found in Diyarbakır and Bitlis provinces, and the Syriac Orthodox Patriarchate’s center was also located in Mardin Sanjak of Diyarbakir Province. The Syriac Orthodox community were ruled by the Armenian Patriarchate due to the Ottoman millet system. In relation to the state, the Istanbul Armenian Patriarchate was an intermediary, and the Ottoman polity considered the Syriac Orthodox community to be part of the Armenian millet. However the Syriac Orthodox community began to work hard to stop being the subject of the Armenian millet after the Tanzimat period, and many official requests were made regarding this issue. It was only during the Armenian revolts in 1894 and 1896 that the Syriac Orthodoxes were able to realize these aims. The Armenian committees attempted to transform their rebellious actions into a Christian solidarity, partially succeeded their goal with the support received from some of the Syriac Orthodox population. However, a significant part of the Syriac Orthodox population and the Syriac Orthodox Patriarchate did not participate in the rebellions and they saw the committees as liable for the Muslim-Christian conflict. Due to the incidents, the Syrians now demand to be excluded from being a part of the Armenian millet. The Ottoman political authorities, who favored to support the Syrians in the face of Armenian illegal activities, thus recognized the Syriac Orthodox community as a separate millet. In this paper, the effects of the Armenian revolts on the relations between the Armenians and the Syriac Orthodoxes and the changing practices of the Ottoman political authority on the administration of Syriac Orthodox community will be examined.