XIX. Türk Tarih Kongresi III. Cilt – I. Kısım

XIX. Türk Tarih Kongresi

Kongreye Sunulan Bildiriler (III. Cilt – I. Kısım)
Osmanlı Tarihi

Hazırlayanlar: Abdullah KAYMAK – Selin EREN – Semiha NURDAN – Kübra GÜNEY – Muhammed ÖZLER
E-Kitap Yayın Tarihi: 30.07.2024
Yayınlayan: Türk Tarih Kurumu
eISBN: 978-975-17-5644-2 (3.c) - 978-975-17-5640-4 (Tk)
DOI: 10.37879/9789751756442
Sayfa: 787
Konular: Türk Tarih Kongresi, Türk Tarihi

Türk tarihçiliği açısından güçlü bir geleneği gösteren Türk Tarih Kongrelerinin 19’uncusu 3-6 Ekim 2022 tarihlerinde Ankara’da icra edilmişti. Kurumumuza ulaşan 600’e yakın bildiri özeti, kapsamlı bir hakem kurulu tarafından titizlikle incelenmiş ve neticede 233 bildirinin kongrede sunulması kararlaştırılmıştır. Türkiye’deki üniversitelerde görev yapan bilim insanlarının yanında, Azerbaycan, Bulgaristan, Cezayir, Fransa, Gürcistan, Hindistan, İngiltere, İran, İskoçya, İsviçre, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Malezya, Özbekistan, Romanya, Rusya, Bosna Hersek, Sırbistan gibi ülkelerden 70 araştırmacı da bu kongrede çalışmalarını bilim dünyasıyla paylaşmışlardır. Kongredeki bildiriler Eski Anadolu Uygarlıkları, Türk-İslam Devletleri Tarihi, Osmanlı Tarihi, Orta Asya Türk Tarihi, Dünya Tarihi, Tarih Yazıcılığı ve Tarih Felsefesi ve Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ile Büyük Taarruzun 100. Yıl Dönümü Özel Oturumu olmak üzere toplamda 8 ana konuda ve 59 oturumda sunulmuştur. İşbu Kongre Bildirileri Kitabı, yukarıda zikredilen 233 bildirinin Kurumumuza son hâli ulaştırılan 212’sini içermekte ve yedi cilt olarak yayımlanmaktadır. Bildirilerin hem fizikî olarak hem de çevrimiçi ortamda istifadeye sunulmasıyla da Türkiye’de ve dünyada Türk tarihi ile ilgilenen çok daha geniş çevrelere ulaşılabileceği düşünülmektedir.

BİLDİRİLER - SEKSİYON III (OSMANLI TARİHİ)

Fetret mi İç Savaş mı? Bir Dönemin Adlandırılmasına Dair Notlar

Feridun M. Emecen
ORCID:
0000-0002-7478-7411
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.1
Sayfalar: 1-10

Osmanlı tarihinin ilk genel seyri içinde önemli bir kırılmayı başlatan 1402 Ankara Savaşı, neticeleri itibarıyla Çelebi Mehmed’in 1413’te idareyi müstakil olarak ele geçirişine kadar belirsizliklerle dolu bir dönemin kapılarını aralamıştır. Modern Osmanlı tarih yazımında bu kaos dönemini işaret etmek üzere “Fetret Devri” tanımlaması yaygın bir kullanış alanı bulmuştur. Bununla birlikte söz konusu dönemi fetret değil şehzadeler arasında bir iç savaş şeklinde adlandırmanın gerektiği, Fetret tabirinin bu dönemde yaşananları bütünüyle kapsamadığı da ileri sürülmüştür. Esasen dönemin Osmanlı kaynaklarında böyle bir adlandırmanın mevcut olmadığı, Fetret devri başlığının çok sonraları modern döneme yakın zamanlarda ortaya çıkıp yaygınlaştığı da belirtilmiştir. Buradaki temel mesele, dönemin özellikleri dikkate alınarak bu ileri sürülen adlandırmaların gerçekte bir fetret mi yoksa bir iç savaşşeklinde mi tanımlanması gerektiği noktasında toplanmış görünmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla bu meseleyi çözmek veya en azından daha makul bir zemin içinde açıklamak, söz konusu döneme yakın kaynakların bu zaman dilimine özel bir ad verip vermediklerinin tekrar sorgulanmasıyla mümkün olacaktır. Genellikle birtakım mühim gelişmeleri başlatan dönemleri hususi kavramlarla yahut başlıklarla tavsif etmek zamanımızda son derece açıklayıcı olabilmektedir. 1402-1413 devresinin tarif ve tavsifi meselesi sadece adlandırma değil bu dönemdeki şehzadelerin gerçekte saltanatlarının kabul edilip edilemeyeceği noktasında da başka bir tartışmayı beraberinde getirmiştir. Üstelik bu tartışmalar saltanat sisteminde bir kesinti olup olmadığı suali çerçevesinde XVI. yüzyıl Batı ve Osmanlı kaynaklarında dahi görülür. Yıldırım Bayezid’den sonra büyük oğlu Emir Süleyman ve hatta Musa Çelebi’nin “sultanlığı” bahsi üzerinden dönen tartışmaların bir ölçüde dönemin adlandırma problemiyle de çok sıkı irtibatı söz konusudur. Bu tebliğ, “Fetret” tanımlaması üzerinde “revizyonist” bir değişimin gerekli olup olmadığını sorgulamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Fetret, Osmanlı, Ankara Savaşı, Çelebi Mehmed, Tarihyazımı.

The Battle of Ankara, 1402, has marked an important rupture in the general course of the Ottoman history and it was the beginning of a perilous process, which will be completed ultimately with Çelebi Mehmed’s seizure of power independently in 1413. In the modern Ottoman historiography this period was commonly named after Fetret Devri -the interregnum- to defi ne the chaotic nature of it. Also there has been some other claims, the term interregnum is not enough express the whole nature of the period, but in essence it was a civil war among the Ottoman princes of the time. In fact, the contemporary sources of the time do not dispose of the term fetret, the use of it had emerged and become widespread fi rst in the later modern times. In that regard, the primary problem is to decide whether this period was a true interregnum as in the conventional terminology of the period, or it was a civil war. To solve this problem or at least to settle it on a plausible basis there is a need to look at the contemporary sources of the time and to question these sources from the perspective of name giving to the period in question. The history writing of our day tries to name periods with special concepts or titles to be explanatory for the signifi cant periods. The issue, how to defi ne the 1402-1413 period, is not only a matter of name giving but also a new kind of discussion about the claimed sovereignty of the Ottoman princes of that time. Moreover, we see this discussion in the Ottoman and Western sources of the 16th century in the framework of the question whether there is a rupture in the succession system of the Ottoman house in that period. The titulature of sultan used for the eldest son of Yıldırım Bayezid, Emir Süleyman and even the sultanship of Musa Çelebi is very closely related with the terminology of that historical period. This paper questions the necessity for a “revisionism” for the defi nition of Fetret, the interregnum.

Keywords: Interregnum, Ottoman, The Battle of Ankara, Çelebi Mehmed, Historiography.

Osmanlılarda Cizye Toplanmasında Karşılaşılan Güçlükler

Yılmaz Kurt
ORCID:
0000-0001-9595-7398
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.2
Sayfalar: 11-32

Cizye veya diğer adıyla haraç Osmanlı Devleti’nin önemli gelir kalemlerinden birisi olmuştur. Kendilerine cizyedâr adı verilen kişilere görev ve yetkilerinin kapsamını bildiren birer berat verilmiştir. Oldukça detaylı olarak kaleme alınan bu beratlarda nelere dikkat edilmesi gerektiği ve nelerden kaçınmaları gerektiği teker teker açıklanmıştır. Bu araştırmada cizye hakkında kısa bir önbilgiden sonra Adana örneği üzerinden cizye tahsilinde karşılaşılan güçlüklerin tespitine çalışılacaktır. Adana Şer’iye Sicillerinden 18. Yüzyıla ait olan defterler başta olmak üzere cizye konusuyla ilgili 100’e yakın belge incelemeye alınmış ve bunlardan sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. 16. Yüzyılda gayrimüslim tebaadan 48- 60 akça arasında alınmakta olan cizye, 18. Yüzyılda artık “Mezheb-i Hanefi yye üzere a‘lâ ve evsat ve ednâ” itibarıyla üç sınıfta ve Esedî kuruş üzerinden alınmaya başlamıştır. 1174/ 1760 yılında Adana eyaletini oluşturan Adana, Tarsus, Sis ve İçil sancaklarında cizye yükümlüsü olarak 4.735 kişi belirlenmişti. Bunlardan zengin sayılan (a‘lâ) 443 gayrimüslim yılda 11’er Esedî kuruş ödeyeceklerdi. Orta gelir düzeyindeki 3.588 kişi 5,5 Esedî; düşük gelir seviyesindeki 704 kişi ise 2,75 Esedî kuruş cizye vereceklerdi. Aynı yılda resmî râyice göre bir İstanbul Fındık Altını 5 kuruş; İstanbul Zer-i Mahbûbu 3,5 kuruş üzerinden işlem görmekteydi. Devletin resmî olarak belirlediği cizye oranları bu şekilde olmakla birlikte çoğu zaman reayadan “gulâmiyye, maîşet, zahîre, kâtibiyye, kolcu akçası” gibi isimlerle ek ödemeler talep edilebiliyordu. Cizye gelirlerinin harcama kalemlerine gelince yeniçeri mevaciblerinden yolların ve köprülerin tamiri masrafl arına varıncaya kadar devletin bütün harcama kalemleri buradan karşılanabilmekteydi. 1759 yılında Adana’dan Ulukışla’ya giden yol üzerindeki kaldırımların ve köprülerin bakım ve onarımı için gereken 3.038.760 akça veya Esedî kuruş hesabı ile 25.323 kuruş, toplanan 26.717 Esedî kuruş tutarındaki cizye parasından ödenecekti. Çoğu zaman “emânet” usulü ile görev yapan cizyedârlar mümkün olduğunca daha çok cizye toplayarak kendileri için de bir şeyler ayırmaya çalışırlardı. Bu yüzden devlet, bütün beratlarda reayadan yasa dışı olarak fazla para alınmaması gerektiğini hatırlatmakta idi. Öte yandan cizye gelirlerinin herhangi bir şekilde azalmasını devlet hiç istemezdi. Bu yüzden cizye beratlarında “hiçbir ferdin hâric ve kâğıtsız kalmaması” özellikle istenilirdi. Cizyeden kurtulmak isteyen tüccar ve misafi r statüsündeki reaya “biz cizyemizi oturmakta olduğumuz esas beldemizde verdik, ikinci cizye istenilmesi zulümdür” diye şikâyette bulunurlardı. Bazı ehl-i zimmet gayrimüslimler ise cizyelerini bir alt basamaktan vermenin yollarını ararlardı. Aynı arayış içerisinde olan rahipler ve keşişler de cizyenin maktû‘ toplanmasını isterler ve bu yolla daha az cizye ödemeye çalışırlardı. Çoğu zaman “emânet usulü” ile toplanan cizye bazı durumlarda “maktû‘” olarak da verilmişti. 1794 ve 1796 yıllarına ait cizye beratlarında olası nüfus artışına rağmen cizye mükellefi sayısı hiç değişmeyerek 4.735 olarak kalmıştı. Bölgenin mukataa gelirlerinin yönetiminde söz sahibi olan a‘yânlar cizyedârlık görevinin de kendilerine verilmesini sağlamışlar ve bu yolla bölgedeki güçlerini daha da artırmışlardı.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Çukurova, Adana, Cizye, Cizye Tahsili.

The poll tax, known as tribute, was one of the essential income items of the Ottoman Empire. People called jizyedar were given a charter stating the scope of their duties and powers. In these charters, which were written in great detail, what they should pay attention to and what they should avoid are explained one by one. In this research it will be tried to determine the diffi culties encountered in collecting the poll tax through the example of Adana. Concentrating on the 18th-century sharia books from Adana Shari’ah Registers, nearly 100 documents related to the subject of jizya were examined, and it was tried to draw conclusions from them. The head tax, which was taken between 48 and 60 akça from non-Muslim subjects in the 16th century, started to be collected in three classes in the 18th century as “a‘lâ and evsat and ednâ” as stated in the Hanafi school. In 1174, in Adana, Tarsus, Sis, and İçil sanjaks that formed the Adana province, 4,735 people were determined to be responsible for the poll tax. Of these, (a‘lâ) 443 non-Muslims, who were considered rich, would pay 11 Esedî kurus each year. 3,588 middle-income people 5.5 Esedî; 704 people with low income would pay the poll tax of 2.5 Esedî and 1 rub (a quarter). In the same year, according to the offi cial price, one Istanbul Fındık Gold is 5 kurus; Istanbul Zer-i Mahbûbu was traded at 3,5 kurus. Although the capitation rates offi cially determined by the state were like these, additional payments could often be requested from the reaya under names such as “gulâmiyye, maişet, zahire, kâtibiyye, kolcu akçası”. As for the expenditure items of the poll tax revenues, all the expenditure items of the state, from the janissary salaries to the costs of repairing roads and bridges, could be met from this revenue. In 1759, 3,038,760 akçe or Esedî kurus and 25,323 kurus, which were required for the maintenance and repair of the pavements and bridges on the road from Adana to Ulukışla, were to be paid out of the collected poll tax money amounting to 26,717 Esedî kurus. Most of the time, the jizyedars who worked with the “entrust” method would try to set aside something for themselves by collecting as much jizya as possible. For this reason, the state emphasized in all warrants that illicit extra money should not be collected from the individuals. On the other hand, the state never wanted the jizya revenues to decrease in any way. That is why, it was especially requested in the charters that “no individual should be left without papers and exceptions”. Those who are in the status of merchants and sojourners and wanted to get rid of the jizya had complained by saying, “We paid our jizya in our main town; demanding a second jizya is a cruelty”. Some Ahl-i zimmet non-Muslims, on the other hand, sought ways to pay their jizya from a lower level. Priests and monks, who were on the same goal, also wanted the jizya to be collected for a lump sum and tried to pay less jizya in this way. Most of the time, the jizya collected with the “entrustment method” was also given as a lump sum (maktû’) in some cases. Despite the possible increase in population in the taxpayer certifi cates of 1794 and 1796, the number of taxpayers remained unchanged at 4,735. The notables, who had a say in the management of the mukataa revenues of the region, ensured that the duty of jizyedar was given to them, and in this way, they increased their power in the region even more.

Keywords: Ottoman, Çukurova, Adana, Jizya, Jizya Collecting.

Tahrir Defterleri ile Şer’iye Sicillerininin Demografi Çalışmalarındaki İmkân ve Sınırlılıkları

Doğan Yörük
ORCID:
0000-0003-3358-384X
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.3
Sayfalar: 33-53

Klasik dönem Osmanlı toplumunu oluşturan etnik ve dini unsurlar ile genel nüfusa dair yapılan çalışmaların nicel ve nitel kaynaklarının başında Tahrir defterleri, Cizye defterleri, Avarız defterleri ve Şer’iye sicilleri gelmektedir. Bilhassa, Tahrir defterleri vergiye tabi ve bazı vergiden muaf erkeklerin isimlerini, baba adlarını, kişiler arasındaki baba, oğul, kardeş ilişkisini, kişilerin görev, unvan, sıfat, lakap, meslek gibi ayırt edici özelliklerini, evli – bekâr, topraklı – topraksız statülerini çift, nimçift, bennak, caba, mücerred gibi tabi oldukları raiyyet vergisi gruplarını ve ikamet ettikleri yerleşim birimlerini vs. barındırdıkları bilinmektedir. Bu defterlerdeki verilerden hareketle nefer, hane birimlerini oluşturan kişi ve rakamlar üzerinden nüfus tahminleri, onomastik (ad bilimi) ve göç çalışmaları yapılmıştır. Çiftbozan, hariç reaya, geçici ikamet vs. gibi hususların dışında belli aralıklarla düzenlenen tahrir serilerindeki isimler karşılaştırılarak gelen ve giden şeklinde bir tasnife kırsal kesimde ciddi bir nüfus hareketliliğinin varlığı iddia edilmiştir. Ayrıca, bu şahıs isimleri üzerinden de ad bilimi çerçevesinde pek çok çalışma yürütülmüştür. Ancak, Tahrir defterleri ve Şer’iye sicilleri bağlamında değişik konu ve zamanlarda yaptığımız farklı incelemeler, aynı dönemleri içeren bu iki kaynak serisindeki isimlerin çoğunun örtüşmediği, sicillerdeki isimlerin ekseriyetinin tahrirlerde bulunmadığı yönünde bir kanaati ortaya çıkarmıştır. Bu mesele etrafında şekillenen bildirimiz, vergi muafyeti bulunan kişilerin (askeri kesimin) tahrirlere yazılmadığı ön bilgisinin her iki kaynak grubu arasında oluşan boşluğu izah etmede yetip yetmediğini sorgulayacaktır Tahrir defterlerindeki isimler vergi potansiyeli olarak görülüp yazılan kişiler iken, Şer’iye sicillerindeki isimler ise bizzat mahkemeye gelen veya getirilen davacı, davalı, muhatap ve şahitlerdir. Dolayısıyla, birinci kaynak serisindeki isimler pasif, ikinci kaynak serisindekiler aktif pozisyondaki kişilerdir. İşte bu çerçevede, 1532-1535, 1539 tarihli Larende, 1584 tarihli Konya Tahrir defterleri ve Şer’iye sicillerindeki şahıs isimleri yerleşim birimleri özelinde karşılaştırılacak, buradan bir oran yakalamaya çalışılacak, farklılığın neden kaynaklandığı sorgulanacaktır. Bu doğrultuda Tahrir ve Şer’iye sicillerinin araştırmacılara sunduğu imkân ve sınırlılıklar somut bir şekle bürünecektir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Konya, Larende, Reaya, Askerî, Muaf, Göç, Kişi Adları.

Survey registers, Jizya registers, Avarız registers and Sharia records are among the qualitative and quantitative resources of the demographic studies conducted on ethnical and religious elements and the general population which constitute the Ottoman society of the classical era. Especially, it is known that the Survey registers contain information such as the names of the men who are taxable and tax-free, names of their father, the relationships between people in terms of father, son, and brother, the distinctive characteristics of people such as duties, titles, characters, nick-names and occupation, their statues such as married-single, and land-owner or landless, the categories of personal tax which they are liable to such as çift (a kind of tax for farms), nimçift (a kind of tax for the small farms), bennak ( a kind of tax which men pay when they get married) and caba – mücerred (a kind of tax paid by unmarried men with land or income). Concerning the data on the aforementioned registers, the estimation of the population in terms of individuals and numbers which constitute the units of people and houses, and the onomastic studies and migration studies were conducted. The names in the survey registers which were organized regularly except the issues such as farmbraker, hariç reaya (who wasn’t recorded reaya in the book for any reason at the time of census) and temporary residence were compared and the existence of a serious movement in population in the rural area was claimed through classifying them in two categories such as coming ones and departing ones. Moreover, numerous studies were conducted on the names of those people in terms of onomastics. However, diff erent researches we have conducted on various issues and various times in terms of Survey registers and Sharia court records showed that the majority of the names in those two sources of the same period didn’t coincide with each other, and the majority of the names in the court records didn’t exist in the cadastral record books. Our paper which is shaped according to this issue will discuss whether the fact that the names of tax-exempt (military ones) people weren’t written on the cadastral record books is enough to explain the gap between those two resource groups. Although the names in the Survey registers are considered as potential taxpayers, the names in the Sharia court records are the complainants, defendants, respondents, and witnesses who personally come to the court or those who are forced to come. Thus, the names in the frst series of resources are passive while those in the second series of resources are active. Within this framework, the names of people in the Survey registers and Sharia court records of Larende dated, 1532, 1535, and 1539, and those of Konya dated 1584 will be compared in terms of their residential area, a proportion will be obtained from here and the reason of the diff erence will be studied. Accordingly, the opportunities and limitedness of the Survey registers and Sharia court records presented to the researchers will become concrete.

Keywords: Ottoman, Konya, Larende, Reaya, Military, Exempted, Migration, Personal Names.

16. Yüzyıl’da Rüstem Paşa’nın Osmanlı Tüccarlarını Desteklemesi ve Koruması

Muhammet Zahit Atçıl
ORCID:
0000-0002-1505-7769
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.4
Sayfalar: 55-68

Tarih yazımındaki en baskın görüşlerden biri de Osmanlı siyasetçileri nezdinde mercantilist bakış açısının söz konusu olmadığıdır. Bu düşüncenin bir göstergesi olarak iktisat tarihçileri ithalatı teşvik edilerek ve ihracatı kısıtlayarak (ve bazen yasaklayarak) şehir merkezlerinde temel gıdaların arz edilmesini hedefl eyen iaşeci politikaları göstermektedirler. Son zamanlarda Akdeniz ticaretinde faaliyet gösteren Müslüman tüccarların varlığı Osmanlı dünyasında merkantilizmin olmadığı iddiasını sorgulayan bir fi kir olarak ileri sürülmeye başlandı. Bu bildiride Rüstem Paşa’nın sadareti dönemlerinde (1544- 1561) Osmanlı ticaret politikasını inceleyeceğim ve Merkantilizm’in Osmanlı siyasetçileri tarafından gayet iyi bilinen bir olgu olduğunu ve zaman zaman da uygulandığını iddia edeceğim. Osmanlı merkezi devletinin nasıl lüks tüketim mallarının ihracatını kısıtladığını ve bunları Osmanlı sınırları içinde üretilmesi ile ikame edildiğine ve de Avrupa piyasalarında ticaret yapan Osmanlı tüccarlarını nasıl koruduğuna dair örnekler vereceğim. Her ne kadar başlıca 16. Yüzyılın ortalarına (Osmanlı İmparatorluğunun genişlemeci bir imparatorluktan bölgesel bürokratik devlete dönüştüğü bir zamana) odaklansam da 16. Yüzyılın geneline genişleterek 1550’lerdeki ticaret politikasının önceki tarihini ve etkilerini tartışacağım. Venedik ve İstanbul’dan yazmalardan ve arşiv kaynaklarından örnekler getirerek bu politikaların kapsamını ve etkilerini tartışacağım.

Anahtar Kelimeler: Rüstem Paşa, Ticaret, Merkantilizm, Osmanlı.

One of the dominant perspectives found in historiography is the idea that a mercantilist outlook did not exist among Ottoman policy makers. As an indicator of this idea, economic historians have pointed out provisionist policies aimed at keeping urban centers supplied with foods by encouraging imports and discouraging (and sometimes banning) exports. Recently, the existence of Muslim merchants operating in Mediterranean commerce has been shown as a way of challenging the argument that Mercantilism was absent in Ottoman worldview. In this paper, I will look at Ottoman trade policy during the grand vizierates of Rustem Pasha (1544- 1561) and argue that the Mercantilism was a well-known phenomenon to Ottoman policy makers and that it was occasionally adopted. I will also show that provisioning poli cies do not necessarily contradict with a mercantilist trade policy. I will give several examples showing how the central Ottoman government discouraged luxury imports and substituted these goods from domestic production as well as protected Ottoman merchants trading in European markets. Although I focus on the middle of the sixteenth century (at a time when the Ottoman Empire was transforming from an expansive Muslim empire into a territorial bureaucratic state), I will refer to entire sixteenth century to discuss the pre-history and eff ects of the trade policy emerging around 1550s. I will bring literary and archival sources, from Venice and Istanbul, to discuss the scope and eff ects of these policies.

Keywords: Rustem Pasha, Commerce, Mercantilism, Ottoman.

Menfûr-ı Cemaat ve Muhtâr-ı Cemaat: İmamların Azlinde ve Atanmasında ‘Mahalleli’ Etkisi

Alaattin Aköz
ORCID:
0000-0002-3819-1864
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.5
Sayfalar: 69-87

1829 yılında muhtarlık teşkilatı kurulana kadar devleti temsil etmek üzere mahallenin hem idarî hem de dinî temsilcisi ve yöneticisi imamlardır. Mahalle halkı da tesadüfen bir araya gelmiş insan topluluklarından ziyade birbirlerinden sorumlu, dayanışma içinde yaşayan ve aynı mabette ibadet eden bir cemaattir. Kefalet ve kassame gibi ortak hukuki sorumlukların yanında avarız vergisinin mahalle merkezli tahsili, mahalleliye; bir mahalleye nispet edilme ve bir yere bağlı olma hissini vermiştir. Bunlara bağlı olarak da mahallelilik bilinci ve kimliği gelişmiştir. Bu kimliğin birinci halkasında imam yer alır. Dolayısıyla mahallenin huzur ve güvenliğinin, dayanışmasının sürekliliği imam ile cemaatin iş birliği ile mümkündür. Tarihî kayıtlar da büyük oranda böyle olduğunu göstermektedir. Ancak ‘mahalleli’ kimliği, aynı zamanda imamı denetleyen gayri resmi bir toplumsal denetim mekanizması manasını da içermektedir. Bu yüzden ortak davranış ve ortak sorumluluğun temsilcisi konumundaki mahalleli, görevini yerine getirmekte yetersiz, bilgisiz, cahil olduğuna kanaat getirdikleri veya hal ve hareketlerinden memnun olmadıkları imamları şikâyet etme hakkına da sahip olmuştur. Bu çalışma; genel olarak imam-mahalleli ilişkilerinden ziyade, problem merkezli ilişkileri ele almayı amaçlamaktadır. Bu kapsamda; mahalleli hangi hallerde ve niçin imamdan şikayetçi olmaktadır? Şikayet mercii neresidir? Ne tür uygulamalar yapılmaktadır vb. sorulara cevap aranacaktır.

Anahtar Kelimeler: Mahalle, İmam, Cemaat, Ehliyetsizlik, Yetersizlik.

Until the mukhtar organization was established in 1829, imams were both the administrative and religious representatives and administrators of the neighborhood to represent the state. The people of the neighborhood are also a community responsible for each other, living in solidarity and worshiping in the same place of worship, rather than human communities that came together by chance. Neighborhood-based collection of avarız tax, in addition to common legal responsibilities such as suretyship and repeated oaths; gave the feeling of being related to a neighborhood and being connected to a place. Depending on these, the awareness and identity of being a neighborhood have developed. The fi rst ring of this identity is the imam. Therefore, the continuity of the peace, security and solidarity of the neighborhood is possible with the cooperation of the imam and the community. Historical records show that this is the case to a large extent. However, the identity of ‘neighborhood’ also includes the meaning of an informal social control mechanism that supervises the imam. For this reason, the people of the neighborhood, who are the representatives of common behavior and common responsibility, have the right to complain about imams whom they consider to be inadequate, uneducated, ignorant in fulfi lling their duties or that they are not satisfi ed with their behavior. This work aims to deal with problemcentered relations rather than imam-neighborhood relations in general. In this context, questions such as, in which cases and why do the residents of the neighborhood complain about the imam? What is the complaint authority? What kind of applications are made etc. will be answered.

Keywords: Neighborhood, İmam, Community, Incompetence, Insufficiency.

İcazetnâme ve Mansıb Peşinde: “Huzurda İmtihan Olmak”

Yasemin Beyazıt
ORCID:
0000-0001-5776-5416
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.6
Sayfalar: 89-122

Osmanlı Devleti’nde ulema, bilginin, hukukun ve dinin temsilcisi olarak şüphesiz toplumun en önemli parçasıdır. Ulema kadılık, müderrislik ve müftülük görevlerini yerine getirerek devlet ve toplumun ihtiyaçlarını karşıladığı gibi bir taraftan da ihtiyaç duyulan insan gücünü mütemadiyen medreselerde yetiştirmiştir. Ulemâ tarafından yetiştirilen talebe medresede eğitim gördükten sonra mülâzemet sistemi ile kendisine mülazım verme hakkı tanınmış yüksek dereceli ulemanın öğrencisi olarak ilmiye mesleğine adımını atmıştır. Mülâzemet sürecinden sonra da ilmiye mensupları rotasyon sistemi çerçevesinde istihdam edilmişlerdir. Bir ölçme ve değerlendirme aracı olan imtihanlar eğitim-öğretimin en önemli yapı taşlarından birisidir. İmtihanlar, kazanımları ölçmesinin yanı sıra eğitim-öğretim sürecinin etkinliğinin ve işlerliğinin göstergesi durumundadır. Osmanlı eğitim sisteminin temel kurumu olan medreseler ve medreselerde verilen eğitim ile ilgili çalışmalar irdelendiğinde bunların daha çok kurumsal yapı ile ilgili olduğu dikkati çeker. Medreselerde uygulanan müfredat, eğitim şekilleri ve teknikleri, talebeler ve talebelik ile ilgili hâlâ aydınlatılmayı bekleyen pek çok husus bulunmaktadır. Osmanlı eğitim ve kariyer sisteminin önemli birer parçası olan imtihanların yeterince irdelenmemiş ve müstakil bir çalışmaya konu edilmemiş olması bu bildirinin hazırlanma sebebidir. Osmanlı eğitim ve istihdam hayatında bir talebe, medreseye girişinden meslek hayatının çeşitli aşamalarına kadar imtihandan geçmektedir. Bu bildiride talebenin medreseye girişi, eğitim sırasında kat ettiği aşamalar, mülâzemet ve istihdam süreçlerinde uygulanan imtihanlar irdelenecek, imtihanların ne zaman, nasıl uygulandığı, icazetname ile imtihan ilişkisi, imtihanların mülâzemet almada ve atamalardaki rolü gibi hususlar üzerinde durulacaktır. Özetle bildiride taliplikten şeyhülislamlığa kadar yükselme imkânı sunan ilmiye mesleğinde ölçme ve değerlendirme süreci aydınlatılmaya çalışılacaktır. Kaynak olarak Osmanlı uleması ve ilmiye mesleğine ilişkin arşiv kayıtları, biyograf kitapları ve vekayinameler kullanılacaktır.

Anahtar Kelimeler: İmtihan, İlmiye, Medrese, Talib, Ulema.

Ulema, as the representative of knowledge, law, and religion, was unquestionably the most important part of the society in the Ottoman Empire. Ulema performed the duties of kadı, müderris and müfti, while meeting the needs of the state and society, on the other hand they continually trained the necessary labor force in medreses. After studying in the medrese, the student trained by the ulema started their ilmiye profession as a student of the high-ranking ulema, who were granted the right to give mülazım, through the mülazemet system. Even after the Mülazemet process, the members of the ilmiye were employed within the framework of the rotation system. Exams, which are an assessment and evaluation tool, are one of the most fundamental elements of education. Along with measuring the achievements, examinations are indictors of the eff ectiveness and functionality of the education-training process. When the studies on the medreses, the fundamental institutions of the Ottoman education system, and the education given in them are examined, it is remarkable that these studies are mostly related to the institutional structure. There are many subjects still waiting to be clarifed regarding curriculum, education methods and techniques implemented in medreses as well as students and pupilage. Since the exams, which were a signifcant part of the Ottoman education and career system, has not been studied and treated as an independent study, is the reason for the preparation of this paper. A student would take exams from his entrance to the medrese to various stages of his professional career in the Ottoman education and employment life. This paper examines the entrance of student to medrese, the stages covered during education, the exams held in the process of mülazemet and employment and lays emphasis on the issues such as when and how the exams were given, the relationship between the diploma and the exam, the role of the exams in obtaining mülazemet and appointments. In brief, the paper aims to shed light on, the assessment and evaluation process in the ilmiye profession, which off ered the opportunity to rise from being student to seyhulislam. Archival records, biography books and chronicles related to the Ottoman ulema constitutes the resources of the study.

Keywords: Examination, İlmiye, Medrese, Student, Ulema.

Mısır Kazâ Kadıları (1750-1770)

Ferit Arı
ORCID:
0000-0003-3923-5731
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.7
Sayfalar: 123-162

Bu bildiride, 1750-1770 döneminde Mısır kazâlarına yapılan 283 kadının tevcihât bilgisi ele alınmıştır. Mısır’da bulunan 38 adet kazâya ait kadı atamaları Anadolu kadıaskerleri tarafından tutulan ruznamçelerde yer almaktadır. Bu sebeple çalışmada kullanılan temel veri kaynağı, ulemânın mesleki kariyeri ile ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu kadıasker ruznâmçe defterleridir. Söz konusu dönemi kapsayan on bir defterin taranmasıyla tasnif edilen veriler çok yönlü olarak incelenmiştir. Elde edilen bulgular ile ulaşılmak istenen temel amaç Osmanlı himayesinde Mısır kazâlarına yapılan kadı istihdamı noktasından hareketle uygulanan usuller ve görülen değişimlerin ortaya konulmasıdır. Mısır, Yavuz Sultan Selim döneminde Memlükler ile 1517 tarihinde yapılan Ridaniye Muharebesi neticesinde Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın ortalarına kadar Mısır’ın yönetimi için buraya iki şekilde kadı tayin etmekteydi. Birincisinde “Mısır kadısı” unvanıyla Kahire merkezine gönderilen kadılardı. İkinci türdeki tevcihler ise Kahire dışında kalan kazâların yönetimi için ayrıca her kazâya birer kadının atanması şeklindeydi. Mısır kadılığı mevleviyet statüsünde bulunması sebebiyle, diğer mevleviyet kadılıklarında olduğu gibi buraya yapılan kadı tayini de şeyhülislâmın salahiyeti altındaydı. Kazâlarında görev alan kadıların istihdam muamelatı ise Anadolu kadıaskerlerinin yetki sahasındaydı. Buna göre kadıaskerler yönettikleri tayin, terfi ve azil süreçlerini ruznâmçe defterlerine kaydetmişlerdir. Buradan hareketle tespit edilen kazâlarda görev alan kadılar, ulaşılan verilerin çizdiği sınırlar çerçevesinde analiz edilmiştir. Mısır’da bu dönemde kaç kazânın olduğu, kazâların istihdam açısından sahip oldukları statü, kadıların ne şekilde tevcih aldıkları ve görev süreleri gibi hususlar incelenerek aynı dönemde Rumeli ve Anadolu kadılıkları ile mukayese edilmiştir. Yapılan karşılaştırmalarla devletin diğer bölgelerden farklı olarak Mısır’da izlediği istihdam politikasının üzerinde durulmuştur. Bu sayede Mısır kadılıklarının tevcihât yönünden içinde bulundukları vaziyetin aydınlatılması hedeflenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Mısır kadıları, Kadıasker ruznâmçe defterleri, Kadı istihdamı.

In this paper, 414 kadi records, which were assigned to Egyptian towns during the period 1750-1770, were examined. The appointments of kadis to Egyptian towns are included in the ruznamçes held by the Anatolian kadiaskers. For this reason, kadıasker ruznâmçe notebooks, in which information about the professional career of the ulema are recorded, were used as the main data source in the study. The data obtained by scanning the twelve books belonging to the period in question were examined in a multi-faceted manner. The main purpose to be achieved with the fi ndings obtained, reveals the changes seen in the town structure of Egypt under the Ottoman rule, in the institution of kadi. Egypt came under Ottoman rule as a result of the Battle of Ridaniye in 1517 with the Mamluks during the reign of Yavuz Sultan Selim. Ottoman Empire XIX. Until the middle of the century, he was appointing a kadi here for the administration of Egypt in two ways. In the fi rst, a kadi was appointed to the center of Cairo with the title of “Egyptian judge”. The second type of grants was to appoint a kadi to each district for the administration of the towns outside of Cairo. Since the qadi of Egypt was in the status of the qadi, the appointment of qadi here was under the authority of the sheikh al-Islam, as was the case with the other qadi. The employment treatment of kadis working in Egyptian towns was under the jurisdiction of Anatolian kadiaskers. Accordingly, kadiaskers recorded the appointment, promotion and dismissal processes they administered in their ruznâmçe notebooks. From this point of view, the kadis who worked in the towns identifi ed were analyzed within the limits drawn by the data reached. Issues such as how many towns there were in Egypt during this period, the status of the towns in terms of employment, how the kadis were conferred and their terms of offi ce were examined and compared with the Rumelian and Anatolian judgeships in the same period. With the comparisons made, it was also emphasized what kind of employment policy the state followed in Egypt, unlike other regions. In this way, it is aimed to illuminate the situation of the Egyptian judges in terms of employment.

Keywords: Kadis of Egypt, Kadıasker Ruznamçe Notebooks, Kadi Employmen.

Kadı ve Nâiblerin Soruşturulmasında Müvellâ Uygulaması (17. Yüzyılın Sonlarından 18. Yüzyılın Ortalarına)

Muhammet Nuri Tunç
ORCID:
0000-0001-6693-6758
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.8
Sayfalar: 163-194

Osmanlı Devleti, kadıların yetiştirilmesine büyük ihtimam göstermiş ve kadı olacak kişilerin adil, tarafsız, davaları çözme kabiliyetine ve bilgisine sahip, ferasetli, anlayış ve hikmet sahibi kişiler olmasına dikkat etmiştir. Beklenti her ne kadar bu yönde olsa da kadı ve nâibler de diğer tüm devlet görevlileri gibi birçok defa yolsuzluk ve suiistimallere karışmışlardır. Kadı ve nâiblerin karıştıkları yolsuzluk ve suiistimallerin başında rüşvet, iltimas, devre çıkma, zorbalık ve haksız akçe talebi gibi muhtelif konular gelmektedir. Devlet, kadı ve nâiblerin keyfi ve usulsüz davranışlarına son vermek için bir denetim mekanizması geliştirmiştir. Bu minvalde kadı ve nâiblerle ilgili şikâyetler, müfettiş sıfatıyla beylerbeyi, sancakbeyi, dergâh-ı mualla çavuşları veya teftiş için görevlendirilen başka bir kadı tarafından soruşturulmuş, suçun niteliği ve unsurlarına göre suçlulara idarî ve cezaî işlemler uygulanmıştır. Öte yandan kadı ve nâiblerle ilgili şikâyetlerde başvurulan denetim mekanizmasından birisi de müvella uygulamasıdır. Bu uygulamada, şikâyette bulunulan kadı veya nâibin soruşturulması için komşu kazalardan birinin kadısı, ilgili kazada bulunan müftü veya daha evvel kadılık yapmış olup burada sakin olan bir kadı, müvella olarak tayin edilmiştir. Divân’da çıkan hükümde, soruşturmayı yapacak olan “kadı veya müftü” her kimse muhatap alınır ve davanın konusu izah edildikten sonra “husûs-ı mezbûra müvella ta’yin olunub” şeklinde ifadeyle soruşturma için görevlendirildiği belirtilirdi. Müvellâ uygulaması, kendinden önceki teftiş uygulamalarına göre daha sistematik olmakla birlikte bu uygulamayla, merkezîyetçi yaklaşım yerine nispeten yerel eğilimlerin yaşandığı söylenebilir. Nitekim daha önceleri teftiş için görevli memurlar daha çok bizzat merkezden gönderilmekte veya hakkında şikâyet olan görevliler merkeze ihzar olunmakta iken müvellâ atamalarıyla birlikte bu tür uygulamalarda azalma olduğu gözlemlenmiştir. Kadı ve nâiblerle ilgili şikâyetlerin soruşturulması amacıyla geliştirilmiş olan müvella uygulaması, Osmanlı hukuk sistemi içerisinde önemli bir yere sahip olmasına rağmen yeterince ele alınmamıştır. Bu araştırmanın temel hareket noktasını da bu durum oluşturmaktadır. Bu itibarladır ki çalışmada, 17. yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın ortalarına kadarki süreçte meydana gelen kadı ve nâiblerle ilgili Divân’a yansıyan şikâyetler neticesinde yazılan hükümlerdeki müvella tayinine dair uygulamalar ele alınmıştır. Bu doğrultuda Divân-ı Hümâyûn’un ana defter serilerinden olan Mühimme ve Şikâyet defterleri bu araştırmada incelenen defterler olmuştur.

Anahtar Kelimeler: Müvella, Kadı, Nâib, Kadıların Teftişi, Osmanlı Hukuk Sistemi.

The Ottoman Empire attached great importance to the training of kadis and paid attention to the fact that those who would be judges were fair, impartial, capable of solving cases and having knowledge, insight, understanding and wisdom. Although the expectation was in this direction, qadis and naibs, like all other state ofcials, had been involved in corruption and abuse many times. Various issues such as bribery, favor, exclusion, bullying and unfair money demand were at the forefront of the corruption and abuses that the qadis and naibs were involved in. The state has developed a control mechanism to put an end to the arbitrary and unlawful behavior of kadis and naibs. In this respect, complaints about kadı and naibs were investigated by governors, sancakbeyi, sergeants of dervish lodges or another kadi assigned for inspection as inspectors, and administrative and penal actions were applied to criminals according to the nature and elements of the crime. In this respect, complaints about kadı and naibs were investigated by governors, sancakbeyi, sergeants of dervish lodges or another kadi assigned for inspection as inspectors, and administrative and penal actions were applied to criminals according to the nature and elements of the crime. On the other hand, one of the control mechanisms used in complaints about kadı and naibs was the practice of muvella. In this practice, the qadi of one of the neighboring districts, the mufti of the relevant district or a resident who was a resident here, was appointed as the muvella in order to investigate the qadi or the viceroy against whom the complaint was made. In the judgment of the Divan, it was stated that whoever was the “kadi or mufti” who would carry out the investigation was addressed, and after the subject of the case was explained, it was stated that he was assigned for the investigation with the phrase “husûs-ı mezbûra muvella ta’yin olunub”. Although the practice of muvella, which was developed to investigate complaints about kadis and naibs, had an important place in the Ottoman legal system, the issue had not been adequately addressed. This is the main starting point of this research. For this reason, in this study, the practices regarding the appointment of muvella in the provisions written as a result of the complaints refected in the Divan about the kadi and naibs, which occurred in the frst half of the 18th century, are discussed. In this direction, Mühimme and Complaint notebooks, which were the main notebook series of Divan-ı Hümâyûn, are the notebooks examined in this research.

Keywords: Müvella, Kadi, Nâib, Inspection of Kadi, Ottoman Legal System.

Kaş Yenice Nahiyesinde Germiyanoğullarından Osmanlılara İntikal Eden Vakıflar ve Çiftlikler

Mehmet Ali Ünal
ORCID:
0000-0001-8311-7965
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.9
Sayfalar: 195-225

Kaş Yenice XVI. yüzyılda Lazıkıyye (Denizli) kazâsına tabi bir nâhiyedir. Kaş Yenice’nin birkaç km kuzey-batısında ise Tripolis antik şehri bulunmaktadır. Tripolis (Direbolu) zamanla 7-8 km kuzeyde dar bir vadi içerisine taşınmıştır. Direbolu XVI. yüzyılda Denizli kazasının en kalabalık köylerinden birisidir. Kaş Yenice ve çevresi Germiyanoğulları zamanında Türk hakimiyetine girmiştir. Germiyanlı hükümdarları Kaş Yenice ve Direbolu’da çiftlikler ve vakıfl ar kurmuşlardır. Germiyanlı toprakları Osmanlı hakimiyetine girince bu vakıfl ar ve çiftlikler Osmanlılara intikal etmiştir. Osmanlı hükümdarları Germiyanlı vakıfl arını ibka etmişlerdir. Vakıf tahrirlerindeki mukarrernâme kayıtlarında Germiyanlı hükümdarlarına yapılan atıfl ar yörenin tarihi için çok önem taşımaktadır. XVI. yüzyıla ait mufassal, icmal ve evkaf tahrir defterlerinde Kaş Yenice nahiyesinde bulunan mezkûr vakıfl arla ilgili kayıtlar yörenin XV. yüzyıla ait tarihindeki bilgi boşluğunu doldurması bakımından dikkati çekicidir. Çünkü mukarrernâme kayıtlarında söz konusu vakıfl arın ve çiftliklerin tarihi seyir içerisinde kimlere intikal ettiği ve kimlerin tasarrufunda bulunduğu tek tek açıklanmaktadır. Germiyanlı dönemine ait bazı vakıfl ar üzerinde çalışmalar yapılmışsa da Kaş yenice nahiyesindeki vakıfl ar ve çiftlikler üzerinde müstakil bir çalışma yapılmamıştır. Bildirimizde tahrir ve evkaf tahrir defterlerindeki bilgiler değerlendirilerek yörenin tarihine ışık tutulmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Germiyanlı, Kaş Yenice, Direbolu (Tripolis), Çiftlik, Vakıf.

Kaş Yenice was a district belong to Lazıkıyye (Denizli) town in the 16th century. The ancient city of Tripolis is located a few km North-West of Kaş Yenice. Tripolis (Direbolu) was eventually relocated 7-8 km north into a narrow valley. Direbolu was one of the most populated villages of Denizli town in the 16th century. Kaş Yenice and its vicinity came under Turkish rule during the Germiyans period. Germiyan rulers established farms and waqfs in Kaş Yenice and Direbolu. When the Germiyan lands came under Ottoman rule, these waqfs and farms were transferred to the Ottomans. The Germiyan waqfs were maintained by the Ottoman rulers. The attributions made to the Germiyan rulers in the mukarrernâme records that were in the registers of the waqfs have signifi cant importance for the history of the region. The records related to the waqfs in Kaş Yenice in the mufassal, icmal and evkaf tahrir registers of the 16th century are striking in that they fi ll the information gap in the history of the region belonging to the 15th century. This is because, the mukarrernâme records explain one by one to whom these foundations and farms in question had been transferred to and at whose disposal they were in the course of history. Although some waqfs belonging to the Germiyan period were studied, no independent study was carried out on the waqfs and farms in Kas Yenice district. Therefore, our study aims to shed light on the history of the region by evaluating the information in the tahrir and evkaf tahrir registers.

Keywords: Germiyan, Kaş Yenice, Direbolu (Tripolis), Farm, Waqf.

Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın Rumeli’deki Vakıfları

Nusret Çolo
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.10
Sayfalar: 227-247

Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli sadrazamlarından biri olan Sokullu Mehmed Paşa hakkında gerek kişiliği gerek siyasî ve askeri icraatları ile ilgili yerli-yabancı birçok tarihçi ve siyaset bilimci tarafından araştırmalar yapılmış, makale ve kitaplar yazılmıştır. Hepsinin birleştiği ortak bir nokta vardır ki, o da Sokullu Mehmed Paşa’nın olağanüstü bir kişiliğe ve idareciliğe sahip olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı ve parlak döneminde sadarette bulunmasının, kendisinde mevcut olan meziyetlerin ön plana çıkmasına vesile olduğu kanaatindeyiz. Sokullu Mehmed Paşa’nın, 1495 tarihinde, bugünkü Bosna-Hersek sınırları dahilinde Vişegrad Kazası’nın Vişegrad Nahiyesi’ne bağlı Sokol Köyü’nde doğduğu tahmin edilmektedir. Bosna’da yetişmiş çocuklar devletin en sadık ve en vefalı ricali sırasında geçiyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda klasik dönemde Müslümanlardan devşirme alınmadığı halde, Bosnalı Müslüman çocuklarının devşirilmesi istisnaî bir durum teşkil etmekteydi. Bu çalışmada, Kavânîn-i Yeniçeriyân adlı eser ışığında, Sokullu anlatısının tarihî hakikatlere uygun olup olmadığını gözden geçirilecek, uzun yıllar önemli görevler üstlenen ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinde vakıfl ar kurarak hayır hizmetlerinde bulunan Mehmed Paşa’nın hayatı hakkındaki bilgiler değerlendirilerek özellikle tesis ettiği vakıf eserleri ile hayır hizmetlerini yerine getirebilmek üzere bu kurumlara tahsis edilen gelirler olmak üzere Rumeli’deki Sokullu’nun vakıfl arıyla ilgili önemli görülen hususlar üzerinde durulacaktır. Çalışma, Sokullu’nun siyasî ve askerî icraatlarını detaylı bir şekilde anlatmak amacı taşımamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Sokollu Mehmed Paşa, Sadrazam, Vakıf, Mülknâme, Beçkerek, Vakfiye.

Many researches have been made, numerious articles and books have been written by local-foreign historians and political scientists about Sokull u Mehmed Pasha, one of the most important grand viziers of the Ottoman Empire, about his personality and his political and military actions. All of them have a common point, which is that Sokullu Mehmed Pasha has an extraordinary personality and administration. We are of the opinion that the fact that he was the Grand Vizier in the most glorious and bright period of the Ottoman Empire was instrumental in bringing the virtues present in him to the fore. It is estimated that Sokullu Mehmed Pasha was born in 1495 in the village of Sokol, in the Visegrad sub-district of Visegrad, within the borders of today’s Bosnia and Herzegovina. Children brought up in Bosnia were passing through the most loyal dignitaries of the state. Although devshirme was not taken from Muslims in the classical period in the Ottoman Empire, the devshirme of Bosnian Muslim children was an exceptional situation. In this study, the historical correctness of the narrative of Sokullu will be examined on the basis of the Kavânîn-i Yeniçeriyân, information about the life of Mehmed Pasha, who undertook important tasks for many years and provided charitable services by establishing waqfs in various parts of Rumelia will be evaluated, and the important issues related to the waqfs of Sokullu in Rumeli will be emphasized, focusing on the waqfs he established and the revenues allocated to these institutions in order to perform charitable services. This study does not aim to explain the political and military actions of Sokullu in detail.

Keywords: Sokollu Mehmed Pasha, Grand Vizier, Vaqf, Mülknâme (Conveyance), Becskerek, Endowment.

The Muhasebe Defter of Kapuagha Kayiş Mustafa Agha’s Waqf in Ljubinje From Year 1617

Elma Korić
ORCID:
0000-0001-8340-127X
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.11
Sayfalar: 249-290

17. yüzyılların başlarında İstanbul’daki Osmanlı sarayında Kapuağa olan Kayiş Mustafa Ağa, memleketi Hersek’in Ljubinje kasabasında bir cami ve mektebin yanı sıra İstanbul’da bir medrese ve yan tesisler yaptırmıştır. Söz konusu tesislerin bakımına ilişkin gelirler, vakfi yesinde belirtilen vakıf mallarının kiralanmasıyla sağlanacaktı. Vakıfnamenin bir nüshası 1 Mayıs 1594 civarında yazıldığı İstanbul kadısının sicilinde muhafaza edilmektedir, diğer nüshası ise 1606 yılında oluşturulmuş müstakil bir belgedir. Bu vakfın bugüne kadar korunan muhasebe defter 1026 H. (1617) yılına ait. Bu defter, Bosna eyaleti için 16. ve 17. yüzyıllardan kalma vakıf kredilerinin kaydedildiği benzer defterlerin bugüne kadar bulunmamasından dolayı özellikle önemlidir. Öncelikle Avusturya ordusunun 17. yüzyılın sonlarında Savoylu Eugene’nin seferi sırasında Bosna’nın şehirlere uyguladığı yıkımdan sonra ve daha sonra Osmanlı belgelerinin büyük ölçüde yok edilmesidir. Burada sunulan defter, İstanbul’da Topkapı Sarayı Arşivi’nde saklanmaktadır. Bu makale yazmak için kullanılacak dijital bir kopyası İstanbul’daki Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunmaktadır. Defter, Kapuağa vakfı Mustafa Ağa vakfının borçlularının isimlerini ve borçluluk miktarı içerir. Ljubinje’nin kendisinden ve çevresindeki 40’tan fazla köyden toplam 150 borçlu, Müslüman ve gayrimüslim ismi listelenmiştir. Ayrıca defter, söz konusu vakfın diğer gelir kaynaklarını ve giderlerini de içerir. Mustafa Ağa Vakfı, Ljubinje ve daha geniş bölgede dini, eğitimsel, kültürel ve diğer hareketlerin taşıyıcısıydı ve aynı zamanda vakıf gayrimenkullerini yöneten ve iş adamlarına çok uygun bir kira (murabeha) ile kredi verme projesi aracılığıyla bir kurumdu. Sadece Ljubinje kasabasının değil, aynı zamanda bu Osmanlı sınırındaki diğer yerlerin de genel gelişimi üzerinde bir etkisi oldu.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Bosna Eyaleti, Kapuağa Mustafa Ağa, Ljubinje, Vakıf, Muhasebe Defteri.

The Kapuagha of the Ottoman court in Istanbul at the turn of the 16th and 17th centuries, Kayiş Mustafa Agha, in his waqfi yye left precise instructions on how to manage his waqf whose facilities were located in Istanbul and Ljubinje. One of the few documents of this waqf that has been preserved to this day is the defter of the waqf debtor as well as other income and expenses of this waqf for facilities in Ljubinje from year 1026/1617. The defter is especially important due to the fact that so far in the territory of Bosnia and Herzegovina not many similar defters of recording waqf loans from the 16th and 17th centuries have been found. The defter analized here has been preserved to this day thanks to the fact that it was located in Istanbul, stored in the archives of Topkapı Sarayı. In line with the growing practice of endowing cash and putting capital into circulation with profi ts in the Ottoman state, certain endowments lent to individuals, while increasing the income of endowments used to maintain endowment facilities, salaries of its employees and other purposes. The entire profi t, realized on the basis of giving money for use, is most often invested in the administrative and operational aff airs of the waqf. Among the debtors there are residents of Ljubinje and surrounding villages, both Muslims and non-Muslims. The name of the creditor and the name of the guarantor are stated. It is not registered for what purposes individuals lent money, what activity they were engaged in, as well as other details from the business of that money. Based on the data in this defter and some other indicators, it can be concluded that the waqf of Kayış Mustafa agha in the fi rst decades of its existence, until it’s destruction during the Morean War, played a signifi cant role in the daily religious and cultural life of the Ljubinje region.

Keywords: Ottoman Empire, Eyalet of Bosnia, Kapuagha Mustafa Agha; Ljubinje; waqf; Muhasebe Defteri.

Ottoman Cyrillic Documents from the Dubrovnik State Archives: A Contribution to the Study of Early Ottoman Diplomatics

Emir O. Filipović
ORCID:
0000-0002-8998-7643
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.12
Sayfalar: 291-316

Hırvatistan’daki Dubrovnik Devlet Arşivlerinin koleksiyonları, geç Orta Çağ Akdeniz’inin incelenmesi için en kapsamlı ve bilgilendirici kaynaklar arasındadır. Mevcut koleksiyonların kıymeti, bu arşiv kayıtlarına dayanarak nesillerdir on dördüncü ve on beşinci yüzyılda Balkanlar’da çeşitli aktörler, devletler veya topluluklar arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilere yönelik araştırma yürütenler tarafından da kabul edilmiştir. Dubrovnik’in Osmanlı İmparatorluğu ile olan yakın ilişkisi bu ortaçağ toplumunun arşivlerinde korunan ve oldukça önemli miktarda bulunan Osmanlı yazışmalarında da kendisini göstermiş ve diplomatik materyallere yansımıştır. Makalenin odak noktası, mezkûr arşivlerde korunan ve Slav dilinde oluşturulup Kiril alfabesi ile yazılmış, Osmanlı padişahlarının bizzat kendileri tarafından veya imparatorluğun Balkan coğrafyasındaki çeşitli devlet adamları tarafından verilen belge ve mektuplardan müteşekkil kaynak koleksiyonudur. Bu çalışmada, mevcut kaynaklarda araştırmacıların karşılaşabilecekleri en önemli hususları ve soruları ele alarak, belgelerin geniş bir incelemesini ve kısa bir analizini sunuyorum. Ayrıca, on beşinci yüzyıl Osmanlı diplomatik uygulamaları çerçevesinde belgelerin diplomatik özelliklerini inceleyeceğim ve bu şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki Slav topluluklarıyla olan erken dönem ilişkilerinde belge oluşturma ve bilgi aktarma sürecinin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışacağım.

Anahtar Kelimeler: Dubrovnik, Osmanlı İmparatorluğu, Bosna, Arşivler, Belgeler, Diplomatika.

The collections of the Dubrovnik State Archives in Croatia are among the most extensive and informative for the study of the late medieval Mediterranean. Their value has been recognized by generations of researchers who have relied on the detailed archival registers of medieval Dubrovnik in their investigations of political, economic and social relations between various actors, states or communities in the Balkans during the fourteenth and fi fteenth centuries. The close relationship that Dubrovnik had with the Ottoman Empire in that time was refl ected and manifested in the quite considerable amount of Ottoman correspondence and diplomatic material that was preserved in the archives of this medieval commune. Therefore, the focus of this paper will be a particular collection of sources consisting of documents and letters composed in the Slavic language, written in the Cyrillic script and issued by various Ottoman offi cials in the Balkan domains of the Ottoman Empire as well as by the Ottoman sultans themselves. In this work I intend to off er a broad survey and a brief analysis of these documents, along with a consideration of the most important issues and questions that researchers of these sources might be faced with. Furthermore, I will also try to examine their diplomatic features in the context of fi fteenthcentury Ottoman diplomatic practices, thus providing a contribution to the better understanding of the process of document creation and transmission of information in the Ottoman Empire’s early relations with Slavic communities in the Balkans.

Keywords: Dubrovnik, Ottoman Empire, Bosnia, Archives, Documents, Diplomatics.

The Serbian Historiography on the Ottoman Empire – the Latest Trends and Topics

Ema Petrović
ORCID:
0000-0001-8213-0666
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.13
Sayfalar: 317-329

Osmanlı yönetimi altındaki Sırpların ağırlıklı olarak sosyal ve ekonomik tarihinin tarihi çerçevesinden konulara adanan Sırp tarih yazılarında son yirmi yıl, dünya-tarih bilimindeki eğilimleri takip ederek çok yenilikçi ve yaratıcı olmuştur. Ama aynı zamanda mümkün olduğunca Türk meslektaşlarının sonuçlarını da kullanmak. Önceki dönemde olduğu gibi, öncelikle ilgili Osmanlı kaynaklarına dayandırılmıştır, ancak metodoloji, betimleyiciden analitik olarak değişmiştir, ancak Osmanlı egemenliği altındaki Sırpların tarihi hakkında hala sentez eksikliği bulunmaktadır. Araştırma yöntemindeki en önemli yenilik, 15. yüzyılın ilk yarısına ait Sırp belgeleri ile aynı yüzyılın ikinci yarısına ait Osmanlı belgelerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi ve böylece Sırbistan’da 15. yüzyılın süreklilik olarak anlaşılmasını sağlamasıdır. Ayrıca, Sırp tarihçilerinin, Osmanlı idaresi altındaki Sırpların tarihine adanan konular hüküm sürdüğü için ulusal tarih olarak adlandırılabilecek alanda kaldıklarını ve Sırpların genel görünümüne doğru bir adım atılmadığını belirtmek gerekir. Sırbistan’da, bu alandaki araştırmaların kurumsallaşmasında çok önemli olacak Şarkiyat Enstitüsü veya en azından Osmanlı Araştırmaları Enstitüsü hala yok, ancak Sırbistan’daki Şarkiyat Araştırmaları uzmanları şimdi böyle bir kurumun kurulması için çok çalışıyorlar.

Anahtar Kelimeler: Tarih Yazıcılığı, Osmanlı İmparatorluğu, Sırbistan, Osmanlı Kaynakları, Metodoloji.

The last twenty years in the Serbian history writings dedicated to the subjects from the frame of the history of the mainly social and economic history of the Serbs under the Ottoman rule has been very innovative and creative, following the trends in the world-historical science, but also using the results of the Turkish colleagues as much as possible. As in the previous period, it has been primarily based on the relevant Ottoman sources, but the methodology has changed from descriptive to analytical, although there is still the lack of the synthesis about the history of the Serbs under Ottoman rule. The most important novelty in the researching method is a comparative research of the Serbian documents from the fi rst half of the 15th century and Ottoman documents of the second half of the same century, thus accomplishing understanding the 15th century in Serbia as the century of continuity and not discontinuity as it was taken in the older works. Also, it should be noted that the Serbian historians have stayed in the fi eld of what might be called national history since the topics dedicated to the history of the Serbs under the Ottoman rule prevail, and there is no step forward to the general view of the history of the Ottoman Empire, and the six centuries of its existence. Serbia still does not have The Institute for Oriental or at least Ottoman Studies, which would be very important in the institutionalization of the research in this fi eld, but the experts for Oriental Studies in Serbia are now hard working to accomplish the establishment of such an institution.

Keywords: Historiography, Ottoman Empire, Serbia, Ottoman Sources, Methodology.

Empire in the Turmoil – The Ottoman Empire and the Balkans (1828-1833)

Danko Leovac
ORCID:
0000-0001-6696-4871
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.14
Sayfalar: 331-346

Rus-Türk Savaşı (1828-1829) Rusya’nın tam üstünlüğünü gösterdi, ancak Rusya ile barış barış getirmedi – Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalması için verdiği zorlu mücadelenin yalnızca başlangıcıydı. Padişah, Edirne Antlaşması hükümlerinin zorlamasıyla 1829’da Sırplara birinci hatt-ı şerifi yayınladı. Kısa bir süre sonra, Şubat 1830’da İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan’ın bağımsızlığını tanıyan Londra Protokolünü imzaladılar. Sultan II. Mahmud, imparatorluğun daha fazla parçalanmasını önlemek amacıyla birikmiş iç sorunları çözmek için yola çıktı. İlk adım, ikinci hatt-ı şerifi n (1830) kabul edilmesiyle Sırplara ek haklar vermekti. İkinci adım, yerel paşaların gücünü azaltmak ve reformları uygulamaktı. Ocak 1831’de merkezi hükümet, Üsküdar Sancağı valisi Mustafa Paşa Bushatlı’nın gücünü azaltmaya çalıştı. Mustafa Paşa Bushatlı itaati reddederek merkezi hükümete karşı bir hareket toplamaya başladı. En büyük desteği, Hüseyin-Kaptan Gradascevic’in önderliğinde padişaha karşı geniş bir hareketin başladığı Bosna’dan aldı. 3 Mayıs 1831’de Sadrazam Reşid Mehmed Paşa komutasındaki düzenli ordu, Prilep’in kuzeydoğusunda Bushatlı’nın birliklerini yenmeyi başardı. Sadrazam, ordusu Bosna’ya dönen Hüseyin-Kaptan’ı ustaca vaatlerle sakinleştirmeyi başardı. Mısır’da yeni sorunlar ortaya çıkınca, Osmanlı İmparatorluğu, İmparatorluğun Avrupa kısmındaki açık sorunları bir an önce çözmek istedi. Mustafa Paşa Bushatlı teslim oldu ve düzenli ordu Bosna’daki hareketi parçalamayı başardı. Üçüncü hatt-ı şerif (1833), Sırbistan ile özerk Sırbistan Prensliği’ni oluşturan Osmanlı İmparatorluğu arasında kalan tartışmalı sorunları çözdü.

Anahtar Kelimeler: Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu, II. Mahmud, Rus İmparatorluğu, Sırbistan, Sırp Prensi Miloš Obrenović, İşkodra Sancağı, Buşatlı Mustafa Paşa, Bosna Eyaleti, Hüseyin Gradascevic.

The Russo-Turkish war (1828-1829) showed the complete superiority of Russia, but peace with Russia did not bring calm – it was only the beginning of the diffi cult struggle that the Ottoman Empire waged for its survival. Forced by the provisions of the Treaty of Adrianople the sultan issued the fi rst Hatt-i sharif to the Serbs in 1829. Shortly afterwards, in February 1830, Great Britain, France and Russia signed the London Protocol, which recognized the independence of Greece. In an attempt to prevent the further disintegration of the Empire, Sultan Mahmud II set out to solve the accumulated internal problems. The fi rst step was to give Serbs additional rights, with the adoption of the second Hatt-i sharif (1830). The second step was to reduce the power of local pashas and implement reforms. In January 1831, the central government tried to reduce the power of Mustafa Pasha Bushatli, the governor of the Sanjak of Scutari. Mustafa Pasha Bushatli refused obedience and began to gather a movement against the central government. He received the greatest support from Bosnia, where, under the leadership of Hussein-Captain Gradascevic, a broad movement against the sultan began. As new problems opened up in Egypt, the Ottoman Empire wanted to resolve open issues in the European part of the Empire as soon as possible. Mustafa Pasha Bushatli surrendered and the regular army managed to break up the movement in Bosnia. The third Hatt-i sharif (1833) resolved the remaining disputed issues between Serbia and the Ottoman Empire, which created the autonomous Principality of Serbia.

Keywords: the Balkans, the Ottoman Empire, Mahmud II, Imperial Russia, Serbia, Prince Milos Obrenovic, Sanjak of Scutari, Mustafa Pasha Bushatli, Bosnia Eyalet, Husein Gradascevic.

17. Yüzyılda Bosna’da Sipahi Organizasyonu Hakkında

Aladin Husiç
ORCID:
0000-0003-2000-1222
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.15
Sayfalar: 347-360

17. yüzyılda Bosna Eyaletinde sipahi teşkilatı meselesine genel yaklaşımlar yanında, tarih literatürü bize askerî güçlerin bu unsuruyla ilgili olarak sayısız sorunun cevabını borçludur. Bu zamana kadar ki bazı ilmi çalışmalar, Hazim Šabanović’in 15. ve 16. yüzyıllar, Adem Handžić’in Zvornik sancağı (16. yüzyıl) ve Vladislav Skarić’in daha geniş bir bölgede 18. yüzyıl için olan çalışmaları gibiya daha dar bölgesel ya da tamamen başka bir zamansal çerçeveyi kapsamaktadır. Tarih literatüründe 17. yüzyıl için bilinenler genellikle narratif kaynaklara dayanmaktadır. Ancak, bilgi kaynağı olarak ne kadar önemli olurlarsa olsunlar, bazen olayların sunumunda ziyadesiyle subjektif olmaları ve bu şekilde bizi cevabını aradığımız gerçeklikten uzaklaştırma olasılıkları sebebiyle narratif kaynaklara oldukça eleştirel bir bakışla ve ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Bugüne kadarki çalışmalarda hiç kimse, sipahi birliklerinin kapasitesini, bunu daha güvenilir bir şekilde ortaya koymayı mümkün kılan kaynaklar temelinde belirlemeyi denememiştir. Bu tebliğde biz bu sorunun cevabını vermeye ve ulaştığımız sonuçları narratif kaynaklardakilerle karşılaştırmaya çalışacağız. Bu bize iki tür kaynağın, bir tarafta narratif olanların ve diğer tarafta arşiv kaynaklarının arasındaki uyum[suzluğ]un derecesini gösterecektir. Bu mesele, söz konusubazı sancaklar değil, 16.yüzyıl sonlarında kurulmuş olan eyalet olduğundan daha da önem kazanmaktadır. Burada, Vladislav Skariç haricinde genel olarak yapıldığı gibi sadece muayyen bazı sancaklar değil, 16.yüzyıl sonlarında oluşturulmuş olan eyalet söz konusu olduğundan bu konu ayrı bir önem arzetmektedir.

Anahtar Kelimeler: Bosna, Tımar, Sipahi, Sancak, Askeri Kuvvetler

Apart from general references to the issue of sipahi organization in the Bosnian Eyalet in the 17th century, historical literature owes us answers to numerous questions concerning this segment of the military forces. Several previous results of science are either of a narrower regional or a completely diff erent time frame, such as the works of Hazim Šabanović for the 15th and 16thcenturies, Adem Handžić for the sanjak of Zvornik (16th century), and Vladislav Skarić for the beginning of the 18th century for a somewhat wider area. What is known about the 17thcentury in historical literature is mostly based on narrative sources. However, no matter how important narrative sources are as a source of information, they must be approached with more critical caution and reserve because they are sometimes too subjective in presenting events. In this way, they distance us from the reality we strive for in seeking those answers. In the historical literature so far, no one has tried to determine the real capacity of the timar troops on the basis of sources that allow us to do so with a greater degree of reliability and precision. In our presentation, we will try to answer that question and compare those results with some of the narrative sources, which will show the degree of (in)compatibility between those two types of sources, narrative on the one hand and offi cial on the other. This issue is all the more signifi cant because it is about the eyalet as a whole established towards the end of the 16thcentury and not only its individual parts, the sanjaks, as, with the exception of Vladislav Skarić, this issue was generally observed.

Keywords: Bosnian, Timar, Sipahi, Sanjaks, Military Forces.

XVIII-XIX. Yüzyıllarda Cezayir Toplumunun Sosyo-Ekonomik Yapısının Araştırılmasında Tereke Defterlerinin Önemi

Chakib Benafri
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.16
Sayfalar: 361-376

Cezayir millî arşivinde bulunan ve Osmanlı Dönemi’ne ait zengin arşiv melzemeleri arasında tereke defterleri de yer almaktadır. XVIII ve XIX. yüzyıllar arasını kapsayan yüzlerce tereke defteri hem Cezayir başkenti hem de diğer önemli Cezayir şehirlerindeki sosyo-ekonomik yapının araştırılması için çok önemli kaynaklar olarak zikr edilebilir. Beytülmal muhasebecileri kontrolü altında tutulan bu kişisel envanterlerde kişinin adı, vazifesi, vefat tarihi ve yeri, vefat sebebi, mirascıların pay hakları, devlete ya da diğer kişilere ait borçlar gibi önemli bilgiler bulunmaktadır. Bunun yanısıra, vefat eden kişinin servet-statütü ilişkisi, menkul ve gayri mankul eşyaları, gündelik yaşamı, tüketim alışkanlıkları, Cezayir’in kozmopolit toplumsal yapısı içerisinde hangi etnik soysal sınıfa ait olduğu, mezhebi, dînî ve devlete ait müeseselerle ilişkisi, kültürel seviyesi, gibi pek çok bilgiye de ulaşılabilir. Bu bağlamda incelediğimiz tereke belgeleri arasında bir tercüman, bir ilim adamı ve korsan reisine ait kayıtlar örnek olarak seçilmiş olup sosyo-ekonomik bir karşılaştırma yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Cezayir Eyaleti, Tereke Defterleri, Sosyo-Ekonomik Araştırmalar, Beytülmal.

Among the important resources that exist in the National Archives in Algeria, which go back to the Ottoman period, we mention registers of Terek that belong to the XVIIIXIX centuries. In fact, there are thousands of documents of the city of Algiers and other cities in Algeria. Therefore, these documents are considered as an important resource in carrying out researches in the fi eld of studying the socio-economic structure of the Algerian society in the Ottoman era. Thus, accountants and administrators of Beyt Al-mal register the Terek of the deceased person by mentioning his fi rst and family names, his profession as well as the date and place of his death and its cause. They also mention their legal heirs, their names and their share from the Terek. In addition, the documents mention the debts of the deceased either with the state or with other persons. Moreover, the Terek registers contain important information about the social position of the deceased and his wealth either it was transferred to his heirs or not. In fact, the registers help us know the daily living standard of the deceased and his eating and dressing habits, as well as to which social class does he belong to and this according to the amount of his wealth as well as his ethnic origins in the cosmopolitan society of Algeria in the Ottoman period. The documents also provide us with important information on the religious sect of the deceased, his relations with the state and religious institutions. Add to this, his intellectual and cultural level, which help us carry out serious researches on the socio-economic structure of the Algerian society during the Ottoman era. In this regard, and to carry out this study we have taken some samples of Algerian Ottoman individuals including Terek of a translator (Tercüman) and that of a scientist and of a Rais (Captan) in order to do a socio- economic comparative approach of these samples and highlight the importance of Terek registers as an essential resource to carry out such studies.

Keywords: Algiers Regency, Registers of Tereke, Socio-Economic Studies, Beyt Al-Mal.

Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali (1830) Karşısında Osmanlı Devleti’nin Yürüttüğü Diplomasi Faaliyetleri

Nihat Karaer
ORCID:
0000-0002-1946-9162
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.17
Sayfalar: 377-398

1830’da Osmanlı imparatorluğunun bir vilayeti olan Cezayir, asıl adı Hızır Reis olan Barbaros Hayrettin tarafından Osmanlı İmparatorluğuna kazandırılmıştı. Bu toprak parçası daha sonra, Tunus ve Trablusgarp ile birlikte Osmanlı idaresinde “Garp Ocakları” adı altında teşkilatlanmıştı. Barbaros cesur olduğu kadar da ileri görüşlüydü; sadece kendi kuvvetleriyle yerli halkı hâkimiyeti altında tutamayacağını ve Hıristiyan Devletlerle başarılı bir mücadeleyi sürdüremeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle o, 1520’de Osmanlı devletine başvurmuş ve Cezayir-i Garb’ın Padişahın ülkesi olduğunu ilan etmişti. Cezayir’in işgali (5 Temmuz 1830); bir sömürge imparatorluğu olma çabası içindeki Fransa’nın, 1798-1802 yılları arasında Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki vilayeti Mısır’a karsı giriştiği ve Avrupa’nın büyük güçleri İngiltere ve Rusya’nın devreye girmesiyle başarısızlıkla sonuçlanan ilk girişiminden sonra Osmanlıya karşı ikinci önemli işgal harekâtıdır. Bu harekâtla birlikte aynı topraklarda asırlardır yaşayan Müslüman ahali, vahşi bir katliama maruz kalarak kitleler halinde öldürülmüş, mallarına ve topraklarına el konulmuştur. İşgal harekâtı son derece karmaşık ve içinden çıkılmaz durumların peş peşe yaşandığı imparatorlukta ve II. Mahmut’ta yeni bir şok etkisi yaratmıştır. Cezayir meselesi genellikle dostane seyreden Türk-Fransız ilişkilerinin Mısır’ı işgal girişiminden sonra yeni bir buhran devrini teşkil eder. İncelediğimiz dönemde görüleceği gibi; Osmanlı İmparatorluğu, kendi zafi yetini iyi gözlemlemiş ve ancak büyük devletlerarasındaki dengelerden ustaca faydalanabilirse ayakta kalabileceğinin farkına varabilmiştir. Bunda da en büyük pay, devletin dış siyasetinde olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Fransa, Cezayir, İşgal, Diplomasi.

Algeria, a province of the Ottoman Empire in 1830, was captured for the Ottoman Empire by Hizir Reis, whose actual name is Barbarossa Hayreddin Pasha. This piece of land together with Tunisia and Tripoli was then organized around the name of ‘Garp Ocaklari’ (northern Africa) under the directorship of Ottoman Empire. Barbaros was not only brave but also foresighted; he realized that he could not keep the locals under his own sovereignty and sustain a successful fi ght against Christians with his own armed forces. For this reason, he had taken to Ottoman Empire in 1520 and declared that Algeria was the country of the Sultan of the East. Algeria’s invasion (July 5, 1830), is the second major attempt against the Ottoman Empire after France’s, struggling to become a colonial empire, initial attempt between the years of 1798-1802 to invade Egypt, Ottoman Empire’s province in North Africa failed due to the intervention of great powers of Europe, England and Russia. With this military operation, Muslims living in the same territory for centuries were killed en masse by being exposed to a brutal massacre and their properties and lands were confi scated. This invasion attempt created a new shock for Sultan II. Mahmut and in the Empire in which extremely complex and inextricable circumstances were lived through. The Algeria issue constitutes a new Depression era for the Turkish-French relations which usually characterized with amicable terms, after France’s invasion attempts of Egypt. As can be seen in the period we examined; The Ottoman Empire observed its own weakness well and was able to realize that it could only survive if it could benefi t from the diplomatic balances between major powers. Here the most important factor is that the diplomacy of the empire.

Keywords: Ottoman, France, Algeria, İnvasion, Diplomacy

Gürcü Kaynaklarına Göre 1535-1545 Yıllarında Gürcü Krallığı’nın Osmanlı Devleti İle Münasebetleri

Mirian Makharadze
ORCID:
0000-0003-1931-0570
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.18
Sayfalar: 399-412

Osmanlı Devleti’nin Gürcüler ile ilk teması, Sultan I. Süleyman’ın İran’a düzenlediği ilk seferden sonra kuruldu. 1535 yılında Samtshe’ye saldıran İmereti Kralı III. Bagrat, Murcakheti Muharebesi’nde Samtshe Atabeyi Kvarkvare’yi yenerek Saatabago üzerinde 10 yıl boyunca hâkimiyetini sürdürdü. Bu dönemde GürcistanOsmanlı Devleti arasındaki ilişkiler hakkında Osmanlı ve Safevi Devleti tarihçileri tarafından oldukça kapsamlı bilgiler verilmektedir. Bu konudaki bilgilere İtalyan tarihi kaynaklarında da rastlanmaktadır. Ancak konuyu eksiksiz incelemek için Gürcü kaynaklarının analizine de ihtiyaç duyulmaktadır. Söz konusu dönemde Gürcistan-Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler hakkındaki çeşitli bilgilere Beri (Rahip) Egnatashvili ile Vakhushti Batonıshvili’nin kaynaklarında, Yeni Kartlis Tkhovreba (Gürcistan Taihi)’nin ikinci metninde ve Zhordania Kroniklerinde de rastlanmaktadır. Osmanlı, Farsça ve Gürcü kaynaklarına dayanarak bu dönemle ilgili olarak dikkat çeken bazı hadiseler vardır. İlk olarak 12 Ağustos 1535 tarihinde İmereti Kralı Bagrat, Murcakheti Muharebesi’nde yendiği Samtshe Atabeyi Kvarkvare’i esir aldı. Samtshe Atabeyi Kvarkvare esirlikte vefat etti. İkinci olarak Samtshe Tavadi (Derebeyi) Otar Shalikashvili Kvarkvare’nin oğlu Kaihosro (Keyhusrev) ile birlikte İstanbul’a kaçtı ve Bagrat’a karşı savaşmak için sultandan yardım istedi. Üçüncü dikkat çeken olay 4 Temmuz 1536 tarihinde sultanın emriyle Erzurum Valisi Mehmet Han Bagrat’a karşı savaşmak için harekete geçti. Çatışma Bayburt civarında İspir yolunda meydana geldi. Zira Erzurum paşasının ikâmetgâhı bu dönemde orada bulunuyordu. Osmanlılar, Samtshe’nin dört bölgesini Oltisi’yi, Narman’ı, Kiskim’i ve Artvin’in civarını aldılar. Bu dönemle ilgili diğer önemli bir olay Gürcü kaynaklarına göre, 1541 yılında Gürcüler yukarıda belirtilen bölgeleri geri aldılar. Safevi Devleti’nin hükümdarı Tahmasb’ın Gürcistan’a girmesi de bu döneme denk gelmektedir. Buna göre, Safeviler’in Osmanlılara karşı savaşmak için Gürcülere belli bir şekilde yardım ettiği düşünülmektedir. Yine 1543 yılında Osmanlılar Erzurum Mutasarrıfı Musa Paşa’nın önderliğiyle Samtshe’nin güneyinde Oltisi bölgesine yeniden sefer yaptı. Söz konusu seferi Gürcüler kazandı, Musa Paşa ise çatışmada hayatını kaybetti. 1545 yılında Sultan Süleyman’ın emriyle Erzurum ve Diyarbakır paşaları Gürcistan’a istila ettiler. Kanlı Çemen Muharebesi’ni Osmanlılar kazandı ve Bagrat Kutaisi’ye dönmek zorunda kaldı.1546 yılında ise Bagrat Samthe’ye yeniden hücüm etti, ancak sonuç elde edemedi.

Anahtar Kelimeler: Gürcistan,Osmanlı,Münasebetler.

During the reign of Suleiman I in the Ottoman Empire, the frst relations with Georgians took place after the frst invasion of Ottoman Iran. In 1535, King Bagrat III of Imereti invaded Samtskhe and defeated Atabag Kvarkvare of Samtskhe at the Battle of Murjakheti and ruled Atabagate for 10 years. Historians of Ottoman and Safavid Iran have extensive information about the Georgian-Ottoman relations of this period, as well as information found in Italian sources, although an analysis of Georgian sources is needed to restore the full picture. The monk Egnatashvili, Vakhushti Batonishvili, the second text of the Georgian chronicles tell about the relations between the Ottoman Georgia and this period, as well as various references are collected in Jordania’s chronicles. Based on Ottoman, Persian and Georgian sources, we compile the following chronology. 1. On the battle of Murjakheti on August 12, 1535, King Bagrat of Imereti defeated Atabag Kvarkvare of Samtskhe and captured him. The latter died in captivity. 2. Otar Shalikashvili, Prince of Samtskhe, fed to Istanbul with his beloved son Kaikhosro and asked the Sultan for help against Bagrat. 3. On July 4, 1536, by the orders of the Sultan, the ruler of Arzrum, Mehmet Khan, rebelled against Bagrat. It is noteworthy that the campaign took place from Bayburt, via Spear, as the residence of Arzrum Pasha was there during this period. The Ottomans conquered the four provinces of Samtskhe in the vicinity of Oltis, Narman, Kiskim and Artvin. 4. According to Georgian sources, in 1541 the Georgians recaptured these territories. This period coincides with the entry of Shah Tamaz, the ruler of Safavid Iran, into Georgia, and the Safavids may have provided some assistance to the Georgians in their struggle against the Ottomans. 5. In 1543, the Ottomans again organized a campaign under the leadership of Musa Pasha, the governor of Arzrum, in the Oltis region, south of Samtskhe, which ended in victory for the Georgians, and Musa Pasha died in this battle. 6. In 1545, by order of Sultan Suleiman, the Pasha of Arzrum and Diyarbakir invaded Georgia and the Ottomans won the Battle of Kanli Chemen. Bagrat was forced to return to Kutaisi. 7. In 1546 Bagrat again attacked Samtskhe, but to no avail.

Keywords: Georgia, Ottoman, Relations.

Osmanlı’nın Güney Kafkasya’da Uç Bölge Politikası Osmanlı-Safevi Paralelinde (Arşiv Belgeleri Örneğinde)

Arzu Memmedova
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.19
Sayfalar: 413-426

Türk dillerinde mevcut olan ve Kaşgarlı Mahmut’un da geniş şekilde açıkladığı “Uç” kelimesi, eski kelimelerden olup, iki anlama gelmektedir: 1. Bir şeyin ucu, sonu; 2. Sınır, sınırdaki el, halk. İlk defa, VIII. yüzyılın ilk yarısında “askeri kanat”, “cenah” anlamında Orhun Yazıtları’nda tespit edilen bu kelime, XI. yüzyıldan itibaren Doğu kaynaklarında Sınır Türkleri (uç eli) anlamında kullanılmıştır. Sözün semantik sınırlarının genişlenmesi, Selçuklu Devleti’yle bağlantılıdır. Bu dönemde artık “Uç” kelimesi “Uç Bölgeler”, “Uç Beylikleri”, “Uç Cemaati” (eli) gibi özel anlam ifade etmekteydi. Sonraki dönemlerde ise “Uç Orduları”, “Uç Türk Savaşçıları”, “muhafız” gibi yeni anlamlar da bu kelimenin ifade ettiği anlamlar arasındaydı. Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetim sisteminde geniş olarak uygulanan “Uç” kurumu, Osmanlı ve Safeviler döneminde daha da gelişmiş ve uç bölgelerin merkezden uzaklığı, merkez-uç ilişkisi, arazinin stratejik önemi ve bu gibi diğer sorunlara bağlı olarak çeşitli şekiller almıştır. Kafkasya’da Azerbaycan topraklarında “Uç” kurumunun gelişmesinde Osmanlı ile Safevi devletleri önemli rol oynamışlardır. Bu iki Türk devletinin bölge uğrunda mücadelesi ve çatışmasında belki yegâne “Uç” kurumu idi ki, aralarında zaman zaman gergin, bazen düşmanlığa varan ilişkilere rağmen, birbirinin Güney Kafkasya’daki Uç Bölge politikasını değiştirmemiş, tam tersi bu sistemin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Bunun sonucudur ki, “Uç” kurumu, Azerbaycan topraklarında XIX. yüzyılın 30’lu yıllarına kadar mevcut olmuş ve Rusya’nın işgalci politikasına karşı ana direniş merkezlerinden biri olmuştur. Gürcistan Devlet Tarih Arşivi ve Zagatala Diyarşünaslık Müzesi’nde muhafaza edilen 30 ferman Osmanlı ve Safevilerin Güney Kafkasya’da “Uç Bölge” politikasının söz konusu kurumun gelişmesindeki rolünü aşamalı bir şekilde araştırma imkânı vermektedir. Bu araştırmamızda da asıl ağırlık söz konusu fermanların tahliliyle birlikte Güney Kafkasya ve Azerbaycan’da “Uç” kurumunun şekillenmesine ve bunların önemine verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Safevi, Selçuklu, Azerbaycan, Güney Kafkasya, Uç Bölge, “Uç” Kurumu.

The word “Uj”, which exists in Turkic languages and widely interpreted by Mahmoud Kashgarli is one of the old words and expresses two meanings: 1. the end, the edge of smth; 2. border, people on the border. This word used for the fi rst time in the fi rst half of the 8th century in the meaning of “military wing”, “fl ank” was mentioned in the Orhon epigraphic monument and from the 11th century was used in the east sources for the border Turks (people at the edge, in the border). The expansion of the semantic meaning of the word was related to Seljuk statehood. In this period, the term “Uj” was used to refer to specifi c meanings such as the End lands, the Border beyliks (beyate), and the Border people (community). In subsequent periods, the new meanings such as the border armies, the border Turkish warriors, and the guardian were among the meanings expressed by this word. The Uj institute, which was widely used in the Seljuk Empire’s governance system, had developed even more in the Ottoman and Safavi era and had taken a diff erent picture depending on the distance from the center of the land, the center-end relationships and the strategic importance of the area and so on. The Ottoman, Safavi states played a very important role in the development of the Uj institute in the Caucasus, in the Azerbaijani lands. It was perhaps the only Uj institute in the struggle and confrontation of the two Turkic states for the region that did not damage each other’s policy in the South Caucasus due to the tense, sometimes hostile relations between them. On the contrary, both contributed to the development of this system. As a result, the Uj institute had existed in the Azerbaijani lands until the 30s of the 19th century and was one of the main centers of resistance against the Russia’s occupation policy. 30 decrees that are kept in the State Historical Archive of Georgia and Zagatala Regional Studies Museum enable us to study the Uj land policy of the Ottoman and Safavi in the South Caucasus and their role in the development of the Uj institute. In this study, the main focus was on the analysis of these decrees and their signifi cance in shaping of the Uj institute in the South Caucasus, as well as in Azerbaijan.

Keywords: Ottoman, Safavi, Seljuk Empire, Azerbaijan, South Caucasus, Uj land, Uj institute, Safevi.

Hokand Hanı Ömer Han’ın Bır Mektubu İzinden ve Yahut Hokand-Osmanlı İlişkilerinde Çin Faktörü

Sherzodhon Mahmudov
ORCID:
0000-0001-9066-8116
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.20
Sayfalar: 427-443

19. yüzyılın başlarında Hokand Hanı Ömer Han (1810-1822), Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişkileri tesis etmeye çalıştığı bilinmektedir. Muhammed Ali Han (1822-1842), Hudayar Han (1845-1858) ve Sultan Seyyid Han (1863-1865) gibi hükümdarlar da aradaki ilişkiyi güçlendirmek ve pekiştirmek için Osmanlı Devletine elçiler gönderdiler. Bu ilişkiyi bir dizi önemli faktör etkiledi. Araştırmacılar bu faktörlerin başında Hokand Hanlığı ile ilgili olarak Rus İmparatorluğu’nun jeopolitik hedefl erine ulaşma çabalarının yoğunlaşmasını sebep olarak göstermektedirler. Aynı zamanda bu dönemde Hokand Hanlığından belirli siyasi hedefl erin peşine düşen Çin İmparatorluğu’nun çabaları da güçlenmişti. Özellikle 1819 yılında Hokand’dan İstanbul’a gönderilen ilk elçilik mektubunda, Çin İmparatorluğu’nun bir takım siyasi eylemlerle Hokand Hanlığını tehdit ettiği konusunda bilgiler yer almaktadır. İlk Hokand-İstanbul yazışmalarında, Çin faktörü ile birlikte, Hokand hanlığının Türkistan bölgesini idare etme arzusunu görebiliriz. 1864 yılında, Hokand’dan İstanbul’a gönderilen Ahmed Hoca İşan öncülüğündeki elçilik, Kaşgar üzerinden yola çıkmıştı. Ancak elçilik heyetinin Çin sınır muhafızları tarafından durdurulduğu, o dönemde Hokand hükümetinin dışişlerinden sorumlu olan Muhammed Yunuscan Şigavul’un Tarih-i Alikulu Emirleşker kitabında belirtilmektedir. Hokand’dan İstanbul’a gönderilen bu diplomatik misyon, ülkenin güvenliği için çok önemli olduğundan, Muhammed Yunuscan, Çin sınır muhafızlarıyla görüşmeler yapmıştır. Makalede bu konular tartışılmakta ve diplomatik misyonların dinamikleri ele alınmaktadır. Hokand hükümdarlarının ilk mektuplarında, ülkenin askeri savunmasını reforme etme ve iyileştirme girişimleri görülebilir. Bu mektuplar, ülkenin geleceğini önemseyen Hokand hükümdarları ve uyguladıkları devlet stratejisi hakkında bilgi vermektedir. Hokand-Osmanlı ilişkilerinin bir sonraki aşamasında bu durumun nedenlerinin araştırılması, bölgedeki jeopolitik duruma farklı açılardan bakmamızı ve yeni sonuçlar çıkarmamızı da sağlayacaktır.

Anahtar Kelimeler: Hokand Hanlığı, Osmanlı Devleti, Çin (Çing) İmparatorluğu, Çin Faktörü, Diplomatik Misyon, Diplomatik Yazışmalar, Elçilik.

At the beginning of the 19th century, the Kokand khan Umarkhan (1810-1822) tried to establish diplomatic relations with the Ottoman state. Rulers such as Muhammad Alikhan (1822-1842), Khudoyarkhan (1845-1858) and Sultan Sayyidkhan (1863- 1865) also sent ambassadors to the Ottoman state in an attempt to strengthen and consolidate ties. This relationship infl uenced by several key factors. Researchers focus on the Russian Empire’s eff orts to achieve its geopolitical goals relating the Kokand Khanate more. At the same time, the activities of the Chinese Empire, which had certain political goals towards the Kokand Khanate, became more active during this period. Particularly, in the fi rst letter sent by the embassy mission to Istanbul from Kokand in 1819, information about the political actions of the Chinese empire, which threatened the Kokand Khanate, is recorded. In the early Kokand-Istanbul correspondence, we can see, along with the Chinese factor, the desire of the Kokand khanate to be able to lead itself in the Turkistan region. In 1864, the embassy led by Ahmad Khoja Eshan, sent from Kokand to Istanbul, set out through Kashgaria. However, the fact that the embassy was not transferred from the border by Chinese border guards is noted in the book “History of Aliquli Amirlashkar” by Muhammad Yunusjon Shigovul, the offi cial in charge of foreign aff airs of the Kokand government at that time. As the diplomatic mission from Kokand to Istanbul was very important to the country’s security, Muhammad Yunusjan kept contact with Chinese border offi cials. The article discusses these issues and examines the dynamics of diplomatic missions. In the early letters from the Kokand rulers one can see an attempt to reform and improve the country’s military defense. These letters provide information about the rulers of Kokand who cared about the future of the country and the state strategy they used. The study of the causes of this situation in the next stage of Kokand-Ottoman relations will allow us to see the geopolitical situation in the region from diff erent angles and draw new conclusions.

Keywords: Khoqand khanate, Ottoman state, Chinese (Qing) Empire, Chinese factor, Diplomatic Mission, Diplomatic Correspondence, Embassy.

İrevan Hanlığını’nın Osmanlı Devleti ile Siyasi İlişkileri (Rusya Arşiv Kaynakları Işığında)

Güntekin Necefli
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.21
Sayfalar: 445-467

Azerbaycan Hanlıkları, özellikle de İrevan Hanlığı Güney Kafkasya ile alakalı uluslar arası ilişkilerin oldukça sertleştiği bir dönemde kurulmuştur. 1783 yılında Georgiyevsk Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Rusya tarafından Azerbaycan topraklarında, özellikle İrevan Hanlığı arazisinde bir Ermeni Devleti kurmak için ciddi adımlar atılmıştı. Bu saldırı niyetin önüne geçmek için, bahsedilen devirde İrevan Hanlığı’nın dış politikasında ana hattı Osmanlı Devleti ile münasebetler teşkil etmiştir. Çar Rusyası Osmanlı Devleti ile sınırdaş olan ve onunla iyi münasebetler kuran İrevan Hanlığı’nı her zaman dikkat merkezinde tutmuştur. Rusyanın niyyeti bu hanlığı ele geçirip onun topraklarından Osmanlı Devleti’ne karşı askerî üs olarak yararlanmak idi. Bunu önlemek için İrevan Hanı Hüseyinali Han belirli diplomatik görüşmelerden sonra diğer Azerbaycan Hanları ile münasebetlerini ve onların Türkiye’ye meyillerinin güçlenmesini sağlamıştır. Bu konuda İrevanlı Hüseyinali Han ile Hoylu Ahmet Han birlikte mektup yazarak Kars hâkimi Ali Paşa vasıtası ile Osmanlı Sarayına uygun bilgi de vermişlerdir. Rusya İmparatorluğu’nun Güney Kafkasya ile alakalı işgal planlarını Gürcü Çarı II. İrakli vasıtası ile hayata geçirmeye çalıştı. 1787-1791 yıllarındaki Rusya – Osmanlı Savaşı esnasında da Rusya’ya dayanan II. İrakli Azerbaycan Hanlıklarına karşı işgalci siyasetini devam ettirmiştir. Kafkasya’daki Rus birliklerininin yardıma ümit bağlayan Gürcü Çarı İrevan’ı ele geçirmek niyetindedir. Bunu anlayan İrevanlı Mehmet Han yaklaşan tehlikeye karşı elçisi Zeynelabidin vasıtası ile Osmanlı Sultanı’ndan yardım istemiştir. 1787 Aralık ayında elçiler İstanbul’da samimi olarak karşılanmış ve onun ricası olumlu karşılanmıştır. Sultan durumun ciddiyetini ve müracaatın önemini dikkate alarak İrevan’ı “el-Rum’un” (Türkiye’nin) kilidi ve Azerbaycan’ın Derbent’i” olarak adlandırmıştır. Böylece, İrevan Hanlığı’nın dış politikasının Osmanlı Devleti ile karşılıklı münasebetler önemli yer tutmuştur.

Anahtar Kelimeler: İrevan Hanlığı, Osmanlı Devleti, Kuzey Azerbaycan, Çarlık Rusyası, Hıristiyan Devleti.

The Azerbaijani khanates, including the Iravan khanate, had emerged in a historical context in which international relations with the South Caucasus became very tense. After the signing of the Treaty of Georgievsk in 1783, Russia began secretly to take real steps to implement plans – to establish an Armenian state on Azerbaijani land, including in the territory of the Iravan Khanate. In order to prevent this aggressive intention, the leading line in the foreign policy of the Iravan Khanate during this period was the relations with the Ottoman state. Tsarist Russia always kept the Iravan khanate in the center of attention because of its border with the Ottoman state and good relations with it. Russia’s intention was to seize the khanate and use its territory as a military stronghold against the Ottoman state. To prevent this, Iravan khan Hussein Ali khan, after certain diplomatic negotiations, strengthened his relations with other Azerbaijani khans and was able to increase their inclinations towards the Turkish state. Hussein Ali khan of Iravan and Ahmad khan of Khoy wrote a joint letter and informed the Ottoman palace through Ali Pasha, the ruler of Kars. The Russian Empire tried to carry out its plans for occupation of the South Caucasus through the Georgian Tsar Irakli II. During the Russian-Ottoman War of 1787- 1791, Irakli II, who relied on Russia, was continuing his aggression policy against the Azerbaijani khanates. The Georgian tsar, hoping for help from Russian troops in the Caucasus, intended to capture Iravan. Realizing this, Mahammad khan of Iravan, through his envoy Zeynalabdin, asked the Ottoman sultan for help in dealing with the impending danger. In December 1787, the ambassadors of the Iravan khanate were warmly welcomed in Istanbul and his request was welcomed. Taking into account the seriousness of the situation and the importance of the appeal, the sultan called Iravan “the lock of al-Rum (Turkey – ed.) and the Derbent of Azerbaijan”. Thus, the relations with the Ottoman state played an important role in the foreign policy of the Iravan Khanate.

Keywords: the Iravan khanate, Ottoman state, Northern Azerbaijan, Tsarist Russia, Christian state.

Kudüs’te Toplumsal Ayrışmayı Mekân Üzerinden Okumak: Kentin Merkezi Bab el-Halil (Yafa) Meydanı (1871-1948)

Yasemin Avcı
ORCID:
0000-0002-7939-0376
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.22
Sayfalar: 469-498

Kudüs, günümüz kent çalışmalarında “bölünmüş kent” kategorisinin başlıca örneklerinden biri olarak değerlendirilmekte, kent mekânının parçalı kurgusu, toplumsal ayrışma ve kolektif yaşamın yokluğu gibi meseleler bu kategorinin dayanakları olarak görülmektedir. Gerçekten de bugünkü Kudüs etnik, ulusal veya dinî kimliğe göre keskin sınırlarla ayrılmış bir kenttir, daha önemlisi müşterek bir kent merkezi yoktur, bu ise bölünmüş kentlerin tipik bir özelliğidir. Bazı araştırmacılar, kentte mekânsal ve toplumsal bölünmenin tarihsel kökenini yanlış bir yaklaşımla Osmanlı düzenine temellendirmektedir. Buna göre Osmanlı Kudüs’ünde kent alanları her zaman belirli bir gruba aittir, hatta dinî kimliğin baskınlığı yüzünden kent halkını kaynaştıran toplumsal mutabakat neredeyse hiç gelişmemiştir. Bu çalışma söz konusu iddiayı, 1870’li yıllardan itibaren kentin merkezini oluşturan, ancak bugün fi ziksel olarak ortadan kalkmış bulunan Bab-el-Halil (Yafa) meydanını konu edinerek sorgulamak istemektedir. Osmanlı modernleşmesine paralel olarak gelişen Bab-el-Halil meydanının mekânsal yapısı, işlevleri ve kolektif yaşamdaki ağırlığı gerçek bir kent merkezi olduğunu yeterince kanıtlamakta, dolayısıyla yukarıdaki yargıyı tartışmalı hale getirmektedir. Lüks dükkânların, turist acenteleri, fotoğrafçılar, kahvehaneler, oteller ve konsolosluk binalarının konumlandığı bu meydan, ulaşım akslarının düğüm noktası, gündelik yaşamın cazibe merkezidir. 1901’de II. Abdülhamid’in 25. cülus yıl dönümü için inşa edilen sebil, 1907’de yapılan saat kulesi, tıpkı diğer kentlerde olduğu gibi, “modern” Osmanlı devlet imajının sembol yapıları olarak meydanda yerini almıştır. Meydanın açıldığı Yafa yolu üzerindeki millet bahçesi sosyal ve politik buluşmaların mekânıdır. Meydanın yok oluşuna giden süreç, 1917’de İngiliz General Allenby, kente bu kapıdan girdiğinde başlar. İngiliz Manda rejimi, uyguladığı kent politikalarıyla bu meydanı işlevsizleştirmiş, Osmanlı İmparatorluk imajını sembolleştiren yapıları yıktırmış, 1920’li yıllardan itibaren aynı meydanda Arap ve Yahudi çatışmalarının ilk örnekleri görülmeye başlanmıştır. Bab-el-Halil meydanını Osmanlı dönemindeki kollektif yaşamın merkezi olarak ele alan bu çalışma, 1917 yılından itibaren toplumsal mutabakatın bozuluş sürecini yine aynı meydan üzerinde görünür kılmak istemektedir. Bu doğrultuda çalışmada Osmanlı yerel ve merkezi arşiv kayıtlarının yanı sıra, yerel basına ve İngiliz arşivlerine başvurulacaktır. Çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenen “Kudüs’te İmparatorluk Politikaları: Kamusal Mekân ve Toplumsal Kimlik (1871-1948)” başlıklı 1001 Araştırma projenin ilk ürünlerindendir.

Anahtar Kelimeler: Kudüs, Bab-el-Halil Meydanı.

In urban studies today, Jerusalem is being discussed as one of the prime cases of ‘divided cities’, the main peculiarities of which are the residential segregation, communal subversion and the absence of communal life. Indeed, the present-day Jerusalem is a city characterised by sharp residential segregation according to ethnic, national, or religious identity, more importantly there is not a shared city centre, i.e. another characteristic of divided cities. Some researchers, using an erroneous approach, try to fi nd the historical origin of the spatial and social division in the city in the Ottoman order. Accordingly, the urban areas were usually belong to certain groups, and worse than this, it is almost not possible to mention a social consensus developed to unite the diff erent groups in the city. In this study, it is aimed at discussing this approach by subjecting the Jaff a (Bab-el-Halil) Square which has been served as the urban centre since 1870s, but physically disappeared today. The spatial structure, functions and the importance of the Bab-el-Halil square in daily life, which developed in conformity with the Ottoman modernization, suffi ciently proves the proposition that it has been a real city centre, thus makes the above judgment questionable. The square, in the vicinity of which consumers shop for luxury goods, hotels, banks, cafes and consular buildings were all located, was the nodal point of urban transportation axes, and the centre of attraction of daily life. The water fountain constructed in 1901 to celebrate 25 years of the reign of Sultan Abdulhamid II, and the clock tower erected in 1908 took their place in the square as the symbolic structures of “modern” image of Ottoman state, just like in the other Ottoman cities. The public garden situated on the Jaff a road where the square opens was the meeting place of social and political gatherings. The process leading to the destruction of the square begins in 1917, when British General Allenby entered the city through this gate. The urban policies carried out by the British Mandate regime caused this square to lost its function, it demolished the structures symbolizing the imperial image of the Ottoman state, and since the 1920s, the fi rst instances of confl icts between Arabs and Jews began to be seen in the same square. This study dealing with the Bab-el-Halil square as an urban centre of shared communal life, intends to evaluate the destruction of social consensus since 1917 through the same square. In this direction, the main sources of the study are the Ottoman local and central archives, the local press, and also the British consular archives. The study is one of the fi rst outputs of the Research Project titled “Imperial Politics in Jerusalem: Public Spaces and Social Identity (1871-1948)” fi nancially supported by TUBİTAK.

Keywords: Jerusalem, Jaffa Square.

Rakka Ahkâm Defterlerinde Ruha Sancağı

Mehmet Emin Üner
ORCID:
0000-0001-7384-574X
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.23
Sayfalar: 499-537

XVIII. yüzyılda Divan’a gelen şikayetlerin artması ve bunlara daha pratik bir çözüm yolu bulunması için, devrin reisülküttabı Ragıb Efendi tarafından Divân bürokrasisinde yeni bir uygulama olarak getirilmiştir. Eyaletlerden gelen davalar ayrı ayrı defterlere kaydedil miş ve bu defterlere de hükmün çoğulu olan “Ahkâm Defterleri” adı verilmiştir. Ahkâm Defterlerinin hepsi 1742 tarihinden başlayıp, II. Meşrutiyet dönemine kadar devam etmektedir. Ahkâm Defterleri de şer‘iyye sicilleri gibi, yerel tarih açısından çok büyük öneme sahiptirler. Bu defterler ait olduğu bölgenin sosyal, ekonomik durumunu ortaya koyduğu gibi, idarecilerle halk yahut idarecilerin kendi aralarındaki problemleri ortaya koymada ve anlamada önemli kaynaklardır. Özellikle yangın, işgal ve çeşitli sebeplerden dolayı günümüze ulaşmayan şer‘iyye sicillerinin yerini Ahkâm Defterleri alabilmekte, onların boşluğunu dolduracak kıymete haizdirler. Ruha sancağı için Ahkâm defterleri nin önemi daha da fazladır. Zira Ruha sancağına ait mevcut şer‘iyye sicillerinin ilki 1629 tarihini taşımaktadır. Bu tarihten itibaren 1845 tarihini kapsayan dönemin sicilleri ka yıptır. Dolayısıyla 1629 tarihinden önceki ve bu tarihten sonraki yıllara ait olmak üzere yaklaşık 300 yıllık bir dönemi kapsayan kayıtlar mevcut değildir. Durum böyle olunca, Ruha için Ahkâm defterlerinin kıymeti bir kat daha artmaktadır. Şehir için şer‘iyye sicil lerinde takip edilecek birçok olay bu defterler sayesinde gün ışığına çıkmaktadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde 24 ve 25 numarayla kayıtlı iki adet Rakka Ahkâm Defteri bulunmaktadır. İlki 281 sayfa olup, 1742-1780 tarihlerini kapsamaktadır. Defterde 1026 hüküm mevcut olup bunlar: Ruha, Birecik, Suruç ve Rumkale kadılarına hitaben yazılmışlardır. Bu hükümlerden 400’ü Ruha kadısına hitaben yazılmış, geri kalanı da diğer üç belde kadılarına yazılmışlardır. İkincisi 191 sayfadan oluşmaktadır. 1780- 1878 yıllarını kapsamaktadır. Defterde toplam 455 hüküm mevcut olup, bunların 170’i Ruha kadısına hitaben geri kalanları ise Birecik, Suruç ve Rumkale kadılarına hitaben ya zılmışlardır. Defterlerde “Ruha kadısına” hitaben yazılan hükümlerin tasnifi ne gelince, hükümlerin içeriğine göre şu şekilde tasnif edilebilir: Alacak-Verecek davaları. Eşkıya lık olayları. Ehl-i örf taifesine karşı yapılan şikayetler. Vergi şikayetleri. İskân meselesi. Sadât-ı kirâm. Zeamet ve Tımar. Vakıfl arla ilgili meseleler. Münferit olaylar: Yaralama ve katl olayları, vekâlet, aile efradına dışarıdan müdahale, cariye, iftira, kişilerin mülk arazisinden başkalarının zorla kira almaları, yaylak ve kışlaklara giden aşiret mensupla rının ekili arazilere zarar vermeleri, dolandırıcılık, hasımlık, mahalleli şikayetleri ve buna benzer şikayetler yer almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ahkâm, Ruha, Sancak.

The reisulkuttab (chief in correspondence) at the time, Ragıb Efendi, started this new practice of verdicts register books in Divan bureaucracy as a practical solution to the many complaints that reach the Divan in the 18th century. Cases were registered in diff erent books categorized according to the state they regard, and these register books were named “Ahkam” books which is the plural version of the word “verdict”. Verdicts registers date back to 1742 and continues until the Second Constitutional Era. These register books are of great importance for the local history. These books are great sources for learning and understanding local history since they hold records on the social and economic state of their localities as well as records on the problems between the administrators and the subjects, or the problems amongst the administrators. They are very valuable since they provide a signifi cant amount of information as sharia registers which were unluckily destroyed because of fi res, invasions or other causes. These registers are very important especially for the sancak of Ruha for the sharia registers between 1629 and 1845 are lost. Therefore a period of almost 300 years of records are lost, which makes the verdicts registers even more critical. Many events in the city that could have been learned from sharia registers can be followed thanks to verdicts register books. There are two Rakka Verdicts Register Books numbered 24 and 25 in the Presidency of the Republic of Türkiye Ottoman Archives. The fi rst book consists of 281 pages and co vers the period between 1742-1780. 1026 verdicts were registered addressing the kadıs of Ruha, Birecik, Suruç and Rumkale. 400 of these verdicts address the kadı of Ruha, and the rest is addressed to the other three kadıs. The second book consists of 191 pa ges and covers the period between 1780-1878. 455 verdicts were registered and 170 of them address the kadı of Ruha while the rest is addressed to the other three. The verdicts addressed to the kadı of Ruha can be categorized in terms of their content with the fol lowing categories: Assets and Liabilities, brigandage cases, complaints against ehl-i örf, complaints about taxes, residency issues, sadât-ı kirâm. zeamet and tımar, complaints about foundations. Individual cases also exist: killings and injuries, proxy, interventions to families, handmaiden, slander, cases of people demanding rent from other people’s properties, fi eld damaging cases of tribe members who travel between highlands and winter quarters, fraud, enmity, neighborhood complaints et cetera.

Keywords: Verdicts, Ruha, Sancak.

Osmanlı Safitasında Şemsinlerle Reslanlar Arasında Yaşanan Bir Çatışma

İlker Kiremit
ORCID:
0000-0001-6613-806X
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.24
Sayfalar: 539-555

Çalışmamız, XIX. yüzyılın ortalarına tekabül eden bir zamanda, Safta’daki iki aşiret (veya aile) Beyt-i Şemsin ve Beyt-i Reslan arasındaki çatışma ve beraberindeki gelişmeler üzerine odaklanmaktadır. Osmanlı Suriyesinde, Trablusşam’ın sancak idaresine bağlı Safi ta’daki bu iki aşiret bölgenin önemli toplumsal unsurlarından olduğu söylenebilir. Esasında Nusayri aşiret yapılanmasından gelmeleri itibariyle, iki kesim arasında yaşanan bu çatışma örneği, daha geniş bir karakteristiğin uzantısı olabilmekte idi. Batı Suriye coğrafyasının önemli bir kesimini oluşturan Nusayrilerin toplumsal örgütlenme biçimini temsil eden aşiretler arasında çatışma ve bununla bağlantılı ilişkiler yaşanıyordu. Süren bu çatışmalar hem önemli kayıplar yaratmakta hem de bölgedeki asayiş ve istikrarın ihlaline neden olabilmekteydi. Aslında bir misal oluşturması itibariyle, iki kesim arasında 1847 yılında patlak veren olay da iki tarafın kayıplar vermesine ve yarattığı etkiler itibariyle yönetimin bir an evvel duruma müdahale etmesine neden olmuştu. Bahsi geçen tarihte, Beyt-i Reslan’dan silahlı bir kitle Beyt-i Şemsinlerin köyünü basarak burayı yağmalamış ve can kaybına neden olmuştu. Bu gelişme üzerine, bölgedeki vergi tahsilinin de sekteye uğraması üzerine, yönetim olaya müdahale etmişti. Diğer taraftan, bu esnada yine Lazkiye’de yaşanan vergi muhalefeti her iki yere asker sevk edilmesiyle ilgili zorluğu da gündeme getirmişti. Bununla beraber bölgedeki durumun teftişi ve iki tarafl a müzakere edilerek olayın yatıştırılması maksadıyla memurlar gönderilmesi yoluna gidilmişti. Daha sonrasında, yaşanan can ve maddi zararların telafi sini sağlamak maksadıyla, tarafl ar ve şahitlerin toplandığı yargılama neticesinde belirlenen nakdi bedellerin tahsili Beyt-i Reslan tarafından karşılanması kararı çıkmıştı. Bunun yanı sıra, ilerleyen süreçte, iki kesimin müdahil olacağı yeni gelişmelere de çalışmamızda değineceğiz. Bu çerçeve içerisinde, döneme ait kayıtlardan hareketle, bölgedeki toplumsal vaziyet ve siyasi ilişkileri yansıtabilen yönü itibariyle bu konuyu ele alacağız.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Safita, Nusayri, Beyt Şemsin, Beyt Reslan.

Our study focuses on the confl ict and accompanying developments between the two tribes (or families) Beyt Shamsin and Beyt Reslan in Safi ta, at a time in the middle of the XIXth century. In Ottoman Syria, these two tribes in Safi ta, under the sanjak administration of Tripoli, were important social elements of the region. In fact, since they came from the Nusayri tribal structure, this example of confl ict between the two groups could have been an extension of a wider characteristic. There were confl icts and related relations between the tribes, which represented the social organization of the Nusayris, who formed an important part of the Western Syria geography. These ongoing confl icts caused both signifi cant losses and the violation of security and stability in the region. In fact, as an example, the incident that broke out in 1847 between the two factions caused both sides to suff er losses and due to the eff ects it created, the administration intervened in the situation as soon as possible. On the aforementioned date, an armed mass from Beyt Reslan raided the village of Beyt Shamsins, looting it and causing loss of life. Upon this development, the administration intervened as the tax collection in the region was also interrupted. On the other hand, the tax opposition in Latakia brought up the diffi culty of sending soldiers to both places. In addition, offi cers were sent to inspect the situation in the region and to settle the situation by negotiating with the two sides. Afterwards, it was decided that Beyt-i Reslan would cover the collection of the cash costs determined as a result of the trial, in which the parties and witnesses were gathered, in order to compensate for the loss of life and material damage. In addition to this, in the future, we will also touch on new developments that will involve both parties in our work. Within this framework, we will deal with this issue in terms of refl ecting the social situation and political relations in the region, based on the records of the period.

Keywords: Ottoman, Safita, Nusayri, Beyt Shamsin, Beyt Reslan.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’ya Kadar Coğrafi Gelişmesinin Siyasi-Dini Nedenleri

Shahram Panahi Kheiavi
ORCID:
0000-0003-4422-1051
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.25
Sayfalar: 557-570

Detaylı çalışmalar, bazı batı tarihçilerinin, Hristiyan İspanyanın Kuzey Afrika ve İber Yarım adasındaki zaferini, bu bölgede batı Hristiyanlığın karşısında İslam’ın işinin bittiği anlamına geldiği iyimser düşüncelerini bozuyor. Aynı zamanda, söz konusu olay, Müslümanların genelinin dini- siyasi dünyayı ele geçirmesini derinden etkilemiştir ve aslında İslam temel güçlerini de bu akıma dahil etti, ama İslam dünyasının batıdaki bu zararı ile paralel zamanda, Osmanlı Türkleri, İslam’ın Kuzey Afrika’daki yayılmasının doğal gelişim seyrini aynı şekilde korumayı başardılar. İşbu makalenin yazarı, bahsedilen hadiselerin önemini göz önünde bulundurarak, ‘’Hangi siyasi, ekonomik ve dini nedenler Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’ya coğrafi ilerlemesine sebep olmuştur?’’ sorusunu ileri sürüyor. Bu soru ile ilgili, başta, Osmanlı Türklerinin İmparatorluğu’nun coğrafi ilerlemesi sayesinde, bu bölgede tekrar dini ve siyasi toplumundan geniş bir görsel temin olunduğunu bilmemiz gerekiyor ve ayrıca bu değişimin üzerinde çalışmak, İslam dünyasının gelecekteki değişimlerinin tarihi bakış açısından, Kuzey A frika’da İslami geleneklerin devamının zirvede olduğunun kavrama anahtarıdır. Bu araştırmada inceleme türü, tarihi yönteme dayalıdır ve bilgileri incelemekteki yaklaşımımız, hipotezlerin sınanmasında oluşan değişkenler arasındaki yapısal ilişkiler kurulması çalışma kaynaklarından alınmış verilere dayalıdır ve araştırmanın esas bulgusu, değinilen meselenin tasdikidir.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika, İspanya, İslam, Hristiyanlık.

Some Western historians believe that the victory of Christian Spain in the Iberian Peninsula and North Africa marked the end of Islam’s existence against Western Christianity in this geographical region. However, careful research into the hypotheses of these historians may cast doubt. On the other hand, it must be said that the event we are talking about had a profound impact on the religious and political thought of the Muslim community and therefore involved the central forces of Islam in this process. But at the same time, despite the problems that occurred in the western part of the Islamic world, the Ottoman Turks managed to continue the natural course of the spread of Islam in North Africa. Considering the importance of the events mentioned above, the author of this article raises the following question: What political, economic and religious reasons led to the geographical development of the Ottoman Empire in North Africa? Concerning this question, fi rst of all, it is necessary to know that in light of the geographical expansion of the Ottoman Empire, the confi dence of the large political and religious Muslim community in North Africa was established in this region and the Islamic tradition continued.

Keywords: Ottoman Empire, North Africa, Spain, Islam, Christianity.

1768-1774 Osmanlı Rus Savaşı’nda Akkirman Kalesi’nin Fonksiyonu

Cengiz Fedakar
ORCID:
0000-0003-1253-3771
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.26
Sayfalar: 571-596

Turla (Dinyester) Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü körfezde yer alan Akkirman şehir ve kalesi, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan deniz ticaret ağının önemli merkezlerinden biridir. Rus, Altın Orda ve Boğdan hâkimiyetlerinde kalan şehir, II. Bayezid döneminde fethedilerek Osmanlı hudutlarına dâhil edildi. Çeşitli dönemlerde tamir ve tahkimden geçen Akkirman Kalesi, Osmanlı Devleti’nin zayıfl amaya başladığı; Rusya’nın büyük bir güç olarak ortaya çıktığı XVIII. yüzyılda (özellikle bu yüzyılın son çeyreğinde) büyük önem kazanmıştır. Rusların Karadeniz’in kuzeyinden itibaren Osmanlı hudutları aleyhinde sınırlarını genişletmesi ile Turla havzasında yer alan kalelerden Akkirman da ana hedefl eri arasında yer almıştır. 1768-1774 Osmanlı-Rus harplerinde Kırım, Özi ve Hocabey’i ele geçiren Ruslar, Kili ve Akkirman kalelerini de işgal etmişlerdir. Çalışmamızın ağırlık noktasını, söz konusu savaş sırasında Akkirman Kalesi üzerinden yapılan lojistik faaliyetler oluşturacaktır. Buraya asker, mühimmat ve iaşe gönderiminin hangi yollardan ve kimler vasıtasıyla yapıldığı, kaleden hangi bölgelerin savunmasına takviyede bulunulduğu detayları ile verilecektir.

Anahtar Kelimeler: Akkirman, Osmanlı, Rusya, Turla (Dinyester), III. Mustafa, Lojistik.

Located at the gulf where the Turla (Dniester) River empties into the Black Sea, the city of Akkirman and its fortress, is one of the important centers of the maritime trade network connecting Asia to Europe. Following the Russian, Golden Horde and Moldavian dominations, it was conquered Bayezid II and annexed to the Ottoman Empire. The fortress of Akkirman, repaired and fortifi ed on several occasions, gained a special importance with the weakening of the Ottoman power and the rising of Russia as a great power in the XVIIIth century (especially the last quarter) in the region. As one of the important strongholds of the Turla basin, Akkirman became one of main targets of the Russian expansion from the north of the Black Sea. Indeed, during the Russo-Ottoman war of 1768-1774, the Russians captured the Crimea, Özi and Hocabeyi and occupied the fortresses of Kili and Akkirman. The focus of our study will be the logistics activities carried out over Akkirman Castle during the war in question. How and by whom the soldiers, ammunition and subsistence were despatched and the details of which areas were reinforced from the castle will be given.

Keywords: Akkirman, Ottoman, Russian, Dniester, Mustafa III, Logistic.

İstanbul Antlaşmasından Berlin Antlaşmasına: Osmanlı-Rus Sınırı ve Tartışmalı Alanlar (1724-1878)

Güner Doğan
ORCID:
0000-0001-6746-2128
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.27
Sayfalar: 597-623

Osmanlı Devleti’nin diplomasi tarihinde önemli dönüm noktalarından birisi de Karlofça Antlaşmasıdır. Uzun bir fetih döneminin ardından II. Viyana Kuşatması ile toprak kazanma hususunda duraklayan Osmanlı ordusu bu antlaşma ile ilk toprak kayıp belgesini de imzalamak zorunda kalmıştır. Çetin müzakereler neticesinde imzalanan antlaşmanın akabinde ise Osmanlılar, Venedik ve Avusturyalılar ile sınırlarını yeniden tespit etmişlerdir. Bunun yanında Karlofça’da bulunan diğer bir ülkenin temsilcisi olan Ruslar da değişen sınırlar özelinde ve oluşan yeni konjonktür etrafında bir temsilcisini İstanbul’a göndereceklerdir. Evvela 1703 ve 1713 yıllarında ardından 1724 İstanbul Antlaşması ile iki ülke arasında tartışmaya açılan Osmanlı-Rus sınırının Belgrad Antlaşması (1739), Küçük Kaynarca Antlaşması (1774), Yaş Antlaşması (1792), Bükreş Antlaşması (1812), Edirne Antlaşması (1829), Paris Antlaşması (1856) ve Berlin Antlaşması (1878) ile tekrar tekrar gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Bu sınır belirleme işlerinde her iki tarafın muhaddidleri (sınır çizimi için görevlendirilen diplomatlar) uzun müzakereler gerçekleştirmişlerdir. İşte bu makale arşiv belgeleri temelinde OsmanlıRus sınırı üzerine odaklanmayı hedefl emektedir. Bu noktada zaman aralığımızı uzun tutarak tarafl ar arasında ortaya çıkan sorunları daha iyi gözlemleyeceğimizi düşünmekteyiz. Sınırlar özelinde gerçekleştirmeyi hedefl ediğimiz uzun süreli bir inceleme aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerin uzun zaman etrafında değişen doğasını anlamamıza da yarayacaktır.

Anahtar Kelimeler: Rusya, Osmanlı, İran, Karadeniz, Osmanlı-Rus Sınırı.

One of the critical turning points in the diplomatic history of the Ottoman Empire is the Treaty of Karlowitz. After a long period of conquest, the Ottoman army, which paused in gaining land with the Vienna Siege (1683), had to sign the fi rst territorial loss document with this treaty. After the agreement was signed as a result of tough negotiations, the Ottomans re-determined their borders with the Venetians and Austrians. In addition, the Russians, who are the representatives of another country located in Karlowitz, would send a representative to Istanbul, especially in the changing borders and around the new conjuncture. We can say that the Ottoman-Russian Border, which was fi rst opened to discussion between the two countries in 1703 and 1713, and then with the Istanbul Treaty (1724), came to the agenda again and again with the Treaty of Belgrade (1739), the Treaty of Küçük Kaynarca (1774), the Treaty of Jassy (1792), the Treaty of Bucharest (1812), the Treaty of Edirne (1829), the Treaty of Paris (1856) and the Treaty of Berlin (1878). In this border determination process, the muhaddid (diplomats assigned to draw the border) of both sides conducted long negotiations. This article aims to focus on the Ottoman-Russian border, which has changed over time and was disputable based on archival documents. At this point, it is thought that by keeping our time interval long, the problems between the parties can be observed better. A long-term analysis that we aim to carry out in terms of borders will also help us understand the changing nature of the relations between the two countries over a long period.

Keywords: Russia, Ottoman, Persian, Black Sea, The Ottoman-Russian Border.

1877-1878 Osmanlı-Karadağ Savaşı’nda Bar Müdafaası

Vahit Cemil Urhan
ORCID:
0000-0002-4301-0300
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.28
Sayfalar: 625-649

1876 yılında çıkan Osmanlı-Sırp, Karadağ Savaşı’nın devamı olan 1877-1878 Osmanlı-Karadağ Savaşı’ndaki önemli olaylardan birisi de Bar Müdafaası’dır. Savaşın başlamasından sonra Süleyman Paşa’nın ve Ali Sâib Paşa’nın komutasındaki kolorduların ilerleyişini durduramayan Karadağ Prensi Nikola, Ragusa’ya kaçma hazırlıkları yaparken, Osmanlı Devleti’nin temmuz ayında bölgedeki kuvvetlerinin büyük bir kısmını Rusya’yla savaştığı Tuna Cephesi’ne göndermeye başlaması ve kalan birliklerle savunmaya çekilmesi üzerine saldırıya geçmiştir. Karadağ ordusu, Hersek Cephesi’nde Nikşik ve diğer bazı önemli yerleri ele geçirdikten sonra Rusya’nın isteğiyle, İşkodra Cephesi’nde stratejik konuma sahip olan yerlerden birisi olan Adriyatik Denizi kıyısındaki Bar’a yönelmiştir. Karadağlılar, sahile 5 kilometre mesafede bulunan ve yaklaşık 2.000 kişilik bir Osmanlı gücü tarafından korunan Bar Kalesi’ni 13 Kasım 1877’de Maşo Vrbiça komutasındaki 7.000-8.000 kişilik bir orduyla kuşatmışlardır. 14 Kasım’da kasabayı ve kaleyi bombalamaya başlayan Karadağ ordusu, 24 Kasım’da Spitza civarındaki tabyaları ele geçirerek Bar’a karadan yardım ulaştırma imkânını ortadan kaldırmıştır. Kalede mahsur kalan askerler ve halk bundan sonra kurtuluş umutlarını deniz yoluyla gelecek yardıma bağlamışlardır. Bu gelişmelerden sonra bir Osmanlı fi losu Bar açıklarına gelmiştir. Osmanlı fi losu 1877 yılının sonlarına kadar sahile asker çıkarma teşebbüslerinde bulunmuş ancak başarısız olmuştur. Beklediği desteği alamamasına rağmen, Prens Nikola’nın kasabanın teslim edilmesi isteğini reddeden Bar Kalesi Komutanı İbrahim Bey, kaleyi kahramanca savunmaya devam etmiştir. Ancak, su ve erzakın tükenmeye başlaması ve askerlerin yorgun düşmesi üzerine, tamamen yanmış olan kasabayı 59 gün süren müdafaadan sonra 10 Ocak 1878’de kayıtsız, şartsız bir şekilde teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu bildiride, Bar Müdafaası’nın 1877-1878 Osmanlı-Karadağ Savaşı’ndaki ve Türk tarihindeki yeri değerlendirilecek ve Osmanlı Devleti’nin Bar’ı kaybetmesinin sebepleri ve sonuçları ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Karadağ, Balkanlar, Bar Müdafaası, 1877- 1878 Osmanlı-Karadağ Savaşı

One of the important events in the Ottoman-Montenegro War of 1877-1878, which was the continuation of the Ottoman-Serbian, Montenegrin War in 1876, was the Bar Defense. After the outbreak of the war, Prince Nikola of Montenegro, who couldn’t stop the movement of the corps commanded by Suleiman Pasha and Ali Saib Pasha, while he was planning to run away to Ragusa, started to attack as the Ottoman Empire in July began to send a major part of its forces in the region to the Danube Front, where it fought with Russia and withdrew to defend itself with the remaining troops. After capturing Niksic and some other important places on the Herzegovina Front, the Montenegrin army, at the request of Russia, headed towards Bar which is on the coast of the Adriatic Sea and one of the strategically located places on the Skadar Front. On November 13,1877, with an army of 7.000-8.000 people under the command of Maso Vrbica, the Montenegrins besieged Bar Castle, which is 5 kilometers away from the coast and guarded by an Ottoman army of approximately 2.000 people. The Montenegrin army, which started to bombard the town and the castle on November 14, seized the bastions around Spitza and prevented the possibility of delivering aid to Bar by land on November 24. The soldiers and the people who were stuck in the castle set their hopes on the help that would come by sea. After these developments, an Ottoman fl eet arrived off the coast of Bar. The Ottoman fl eet attempted to land troops on the coast until the end of 1877 but failed. Despite not getting the support he expected, the commander of Bar Castle Ibrahim Bey who refused the request of Prince Nikola to surrender the town, continued to defend the castle heroically. However, as the water and food supplies started to run out and the soldiers were worn out the castle and after 59 days of defense, he had to surrender the burnt down town unconditionally on January 10, 1878. In this paper, the place of the Defense of Bar in the 1877-1878 Ottoman- Montenegro War and in Turkish history will be evaluated and the reasons and consequences of the Ottoman Empire’s loss of Bar will be discussed.

Keywords: the Ottoman Empire, Montenegro, the Balkans, the Defense of Bar, the 1877-1878 Ottoman-Montenegro War.

Osmanlı-Venedik Savaşı Sırasında Habsburglarla Diplomatik Temas: Müteferrika İbrahim Ağa’nın Viyana Elçiliği (1715)

Hüseyin Onur Ercan
ORCID:
0000-0001-5708-6739
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.29
Sayfalar: 651-676

Venedik korsanlarının Karlofça’ya mugayir faaliyetlerinin Akdeniz’de Osmanlı çıkarlarını kayba uğratması üzerine 8 Aralık 1714 tarihinde Venedik Cumhuriyeti’ne savaş ilân edildi. Osmanlı Devleti yeniden büyük ve çok cepheli bir savaşa girmeyi amaçlamayıp yalnızca Venediklilere yönelik ve Karlofça’da kaybedilen yerleri almak üzere bir sefer gerçekleştirecekti. Mora üzerine yapılacak sefer için 1715’in mart ayında Ordu-yı hümâyûn Davud Paşa sahrasında kurulup İstanbul’dan ayrılırken donanma-yı hümâyûn, Kaptan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşa önderliğinde Beşiktaş sahilinden yelken açtı. Mora’nın kısa sürede Osmanlıların eline geçmesiyle Venediklilerin Dalmaçya kıyılarını da müdafaa edemeyecekleri öngörülüyordu. Bu durumda Osmanlılar güçlenmiş vaziyette Karlofça’da kaybettikleri diğer toprakları geri almak üzere Habsburglara karşı doğrudan bir tehdit hâline gelebilirdi. Osmanlılar, Venediklilerin Karlofça şartlarını ihlâl ettiklerini Viyana’ya bildirerek Habsburgların bu savaşta –tıpkı 1711’de Prut Savaşı öncesinde Seyfullah Ağa’nın misyonunda olduğu gibi– tarafsız kalmalarını istemiş, savaşa dâhil olmalarını engellemeye çalışmıştı. Bunun temini için Sadrazam Damat Ali Paşa tarafından imparatorluk idaresinden sorumlu Avusturya birinci başvekili ve Macaristan Ordusu’nun Başkomutanı Prens Eugen von Savoyen’e hitaben 28 Kasım 1714 tarihli bir mektup yazıldı. Venedik savaşının kendi aralarındaki münasebeti etkilemeyeceğinin ve Karlofça Antlaşması’nın Habsburglar ile ilgili maddelerinin geçerli olduğunun ifade edildiği mektup, Ocak 1715’te İstanbul’dan gönderilen Müteferrika İbrahim Ağa tarafından 13 Mayıs 1715’te Prens Eugen’e Viyana’da teslim edilse de Habsburg tarafında şüphe bulutları dağılmamıştı. Nitekim Eugen tarafından yazılan ve sadrazama takdim edilmek üzere yine İbrahim Ağa ile gönderilen 9 Eylül 1715 tarihli cevapta Osmanlılar, Venedik seferi sebebiyle umulmadık şekilde tenkit edilmişti. Osmanlı kaynaklarında Müteferrika İbrahim Ağa’nın elçiliğiyle ilgili pek az bilgi bulunurken Avusturya Devlet Arşivleri’ndeki belgeler, söz konusu elçiliğe dair daha belirgin bir resmin oluşmasını sağlamaktadır. Bu bildiri, 1715’te Viyana’ya gönderilen ancak bugüne kadar çalışılmamış olan Müteferrika İbrahim Ağa’nın diplomatik faaliyetini dönemin kaynakları ışığında ele almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Habsburg, Venedik, Elçilik, Diplomasi, Müteferrika İbrahim Ağa, Viyana, XVIII. Yüzyıl.

Due to the violations of Venetian pirates against the Treaty of Karlowitz, which clashed with the Ottoman interests in the Mediterranean, the Ottoman Empire declared war against the Republic of Venice on 8 December 1714. The Ottomans was reluctant to enter a great and multi-front war once again, but aimed to recapture the territories lost in Karlowitz. The army was set up in the fi eld of Davud Pasha in March 1715 for an expedition to be made on the Peloponnese and leaving Istanbul. In the meantime, the navy sailed from the coast of Beşiktaş under the leadership of Kaptan-ı Derya (Chief Captain) Canım Hoca Mehmed Pasha. It was predicted that the Venetians would not be able to defend the Dalmatian coasts with the Peloponnese captured by the Ottomans within a short time. In this case, the Ottomans might have become a direct threat to the Habsburgs to reclaim the other lands they lost in Karlowitz. By informing Vienna that the Venetians violated the clauses settled by the Treaty of Karlowitz, the Ottomans wanted to prevent the Habsburgs from remaining neutral and getting involved in this war, just as in the mission of Seyfullah Aga before the Pruth River Campaign in 1711. In order to ensure this, a letter dated 28 November 1714 was written by Grand Vizier Damat Ali Pasha to Prince Eugen von Savoyen, the fi rst prime minister of Austria responsible for the imperial administration and the Commander-in-Chief of the Hungarian Army. The letter stating that the Venetian war would not aff ect relations between them and that the articles of the Treaty of Karlowitz concerning the Habsburgs were valid was delivered to Prince Eugene in Vienna on May 13, 1715, by Müteferrika Ibrahim Aga, who had been sent from Istanbul in January 1715. The doubts had not gone away. Indeed, in the reply letter of September 9, 1715, written by Eugene and transmitted to the Grand Vizier by Ibrahim Aga, the Ottomans are unexpectedly criticized for their expedition to Venice. While little information about Müteferrika Ibrahim Aga’s embassy can be found in Ottoman sources, documents in the Austrian State Archives provide a more detailed picture of the legation in question. This paper deals with the diplomatic mission of Müteferrika Ibrahim Aga, who was sent to Vienna in 1715 but has not been studied in the light of the sources of the time hitherto.

Keywords: Ottoman, Habsburg, Venice, Embassy, Diplomacy, Müteferrika Ibrahim Aga, Vienna, XVIIIth Century.

Osmanlı Tarihi Araştırmaları İçin Az Bilinen Bir Kaynak: Topkapı Sarayı Taş Kitabeler Koleksiyonu

Mustafa Sabri Küçükaşcı
ORCID:
0000-0002-4202-0822
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.30
Sayfalar: 677-711

En eski çağlardan beri yaşanan olayları kayda almak, sonraki yıllara hatıra bırakmak gibi vesilelerle çeşitli malzemelerden hazırlanan kitabelerin tarih araştırmalarında tartışılmaz bir önemi vardır. Bu maksatlarla Topkapı Sarayı’nda mekânlara merbut halde bulunan kitabelerin yanı sıra çeşitli zamanlarda İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun farklı coğrafyalarından çeşitli sebeplerle ortadan kaldırılan eserlerin parça ve kitabelerinin sarayın toplanmasıyla oluşturulmuş bir Taş Kitabeler Koleksiyonu mevcuttur. Bir kısmı saraydan intikal eden bir kısmı da zikredildiği üzere saray dışarısından derlenen Topkapı Sarayı Taş Kitabeler Koleksiyonu, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan geniş eser yelpazesi ile Osmanlı Tarihi için çok önemli bir kaynak durumundadır. Eser çeşitliliği açısında son derece zengin olan koleksiyonda kitabe, tuğra, arma, sütun, sütun başlığı, sütun kaidesi, süsleme elemanı, mezar taşı, kuyu bileziği, havuz, çeşme, çeşme aynası, çeşme yalağı, hela taşı, güneş saati, dibek, kantar gibi pek çok öge bulunmaktadır. Bu bildiride kitabelerin tarih araştırmalarında kaynak olarak önemi üzerinde durularak, Topkapı Sarayı envanterine kayıtlı ve Osmanlı tarihini aydınlatmaya yarayacak kitabelerin tanıtımları yapılacaktır. Tanıtılacak eserler arasında; Genç Osman’ın Hotin Seferi sırasında Edirne’de konakladığını bildiren kitabe, atına ait meşhur mezar taşı, Harem-i Hümayun’da görevli saray kadınlarının ve Enderunlu saray ağalarının taş vakfi yeleri, Osmanlı tarihinde dönüm noktası olan bazı olaylar sonrasında satırları kazınan kitabeler, günümüzde ortadan kalkmış durumda olan çeşme, hastane, karakol, kışla gibi yapılara ait inşa kitabeleri ve padişahlara ait nişan ve menzil taşları yer almaktadır. Çeşitli yapıların kitabe ve parçalarını oluşturan eserlerin tanıtılması ve müzeye dâhil oluş süreçleri açısından incelenmesi ile Osmanlı tarihine bir katkı sunması beklendiği gibi, Osmanlıdan Cumhuriyete eski eserleri korumacılığının boyutlarının ortaya konulması amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Topkapı Sarayı, Taş Kitabeler, Osmanlı, Mezar Taşları.

Since ancient times, inscriptions, prepared from the records of the events and memories from the earliest times, have indisputable importance in historical research. Topkapı Palace Museum also has the Collection of Stone Inscriptions which includes not only inscriptions that existed in the Palace itself but also pieces of the inscriptions that were transferred to the Palace from the diff erent geographies of the empire at various times for various reasons. The Collection of Stone Inscriptions of Topkapı Palace is an essential source for Ottoman history with its wide range of works from the 16th century to the 20th century. The collection, which is extremely rich in terms of artifact diversity, includes inscriptions, tughra, coat of arms, columns, column capitals, column bases, ornamental elements, tombstones, pools, fountains, fountain mirrors, fountain troughs, latrines, sundials, mortars, weighbridges among others. In this paper, by focusing on the importance of stone inscriptions as a source in historical research, the stone inscriptions registered in the Topkapı Palace inventory will be introduced, and their role in providing new insights into Ottoman history will be explained. This paper will introduce various stone inscriptions, such as the inscription stating that Young Osman stayed in Edirne during the Hotin Campaign, the famous tombstone of his horse, the stone endowments of the palace women working in the Harem-i Hümayun, and the palace owners from Enderun, the inscriptions that included some turning points in the Ottoman history, the construction inscriptions belonging to buildings such as fountains, hospitals, police stations, barracks and insignia, and insignia and range stones belonging to the sultans. Overall, this study aims to reveal the dimensions of the protectionism of antiquities from the Ottoman Empire to the Republic and make a contribution to Ottoman history by introducing these inscriptions and examining their inclusion process in the Topkapı Palace Museum’s inventory.

Keywords: Topkapı Palace, Stone Inscriptions, Ottoman, Tombstones.

Path to the Truth Through Taming of the Soul. The Ottoman Mystic Ḥüseyin Lāmekānī (d. 1625) and His Treatise on Seven Layers of the Animal Soul (Risāle-i Eṭvār-i Sebʿa)

Slobodan Ilić
ORCID:
0000-0003-0707-0610
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.31
Sayfalar: 713-725

16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başındaki Osmanlı İstanbul’unun dini tasavvufi hayatının önde gelen şahsiyetlerinden olan Ḥüseyin Lāmekānī (ö. 1625) MelāmīBayrāmī tarikatının şeyhi ve velüt bir yazardı. Türkçe divanı dışında, farklı tasavvufi meseleleri irdeleyen bir çok bahis ve risale bırakmıştır. Risalelerin birinin konusu, Ma’bud ile birleşme ve nefsin terbiyesi yolunda aşılacak olan manevi mertebeler ve muvafık olan haller ve sıfatlardır. Eserinde yazar, manevi yolcu olan nefsin değişimlerini yedi mertebe çerçevesinde tasvir etmiştir. Dürtü ve arzularla hareket eden nefsi-ammāre (kötülüğü emreden nefi s), kendi günahlarının farkında olup kendisini tekdir eden nefs-i levvāme (kınayan nefi s), sabır ve ihsanı emreden nefs-i mülhime (ilhamlı nefi s), ve üç manevi hoşnutluk mertebesi olan nefs-i mütme’inne (emin nefi s), nefs-i rāziyya (razi nefi s), nefs-i marziyya (tatmin olmuş nefi s) katmanlarını aştıktan sonra, nefs-i kāmile (kamil nefi s) halinde menşe’ ve me’adı ve asıl vatanı olan Allah tevhidine ulaşır. Risale içinde her manevi mertebe, ait olan ruh hali, rüya, renk ve tavsiye edilen dua, evrad ve zikirler ile tasvir edilmiştir. Tebliğin amacı adı geçen eseri tanıtmak ve Melāmī-Bayramī öğretileri yerinin ve zamanının ruhani ve düşünsel çerçevesi içinde konumlamaktır.

Anahtar Kelimeler: Lāmekānī, Melāmī-Bayrāmī, Eṭvār-i Seb’a, Tasavvuf, Osmanlı.

Ḥüseyin Lāmekānī (d. 1625), a sheikh of the Melāmī-Bayramī dervish order and a prolifi c writer was one of the most prominent personalities in the spiritual life of the Ottoman Istanbul at the end of the 16th and the beginning of the 17th century. Next to his Turkish dīvān (book of poetry) he has left behind many treatises and epistles on diff erent mystical topics, among them one dealing with the mystical stages on Sufi path of self-accomplishment and purifi cation of the soul on its way towards the unifi cation with the Deity. The author depicts the transformation of the animal soul (nefs) through seven stages being: nefs-i-ammāre (evil commanding soul) driven by urge and desire; nefs-i levvāme (blaming soul) being aware of the sin and reproaching itself for it; nefs-i mülhime (inspired soul) commanding patience and benevolence; passing the three stages of contentment being nefs-i mütme’inne (secure soul), nefs-i rāziyya (content soul), nefs-i marziyya(gratifi ed soul) until it reaches its fi nal stage as nefs-i kāmile (perfect soul) unifi ed with its source, origine and home, the place of divine unity. In the treatise every layer is described by depending psychological state, diff erent dream, color, and recommended prayers, litanies, and spiritual excercises. The paper aims to present the work and situate it in the broader framework of Melāmī- Bayramī teachings and mystical and intellectual life of the place and the time.

Keywords: Lāmekānī, Melāmī-Bayrāmī, Etvār-i Seb’a, Sufism, Ottoman.

Maltepe’de Bir Erenler Durağı: Başıbüyük Köyü Daver Baba/Kerime Nine Tekkesi

Fahri Maden
ORCID:
0000-0002-8529-9165
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.32
Sayfalar: 727-759

Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında Horasan erenlerinin, gazi derviş ve alp erenlerin önemli kolonizatör rolleri olmuştur. Osmanlı Beyliğinin Bizans hududunda yaptığı mücadeleler sırasında bu gazi dervişler Kartal-Göztepe bölgesine yerleşerek gözcülük vazifesi de almışlardır. Daver Baba Tekkesi Kartal-Maltepe bölgesinde Başıbüyük Köyü’nde kurulmuş ve faaliyet göstermiştir. Tekkenin o dönem faaliyetleri hakkında elde bilgi bulunmamaktadır. Daver Baba’nın XVIII. yüzyılda bu tekkeyi kurduğu rivayet edilmektedir. 1826 yılında Bektaşiliğin yasaklanması üzerine İstanbul tekkelerinin kapatılıp yıktırılması sırasında Daver Baba Tekkesi’nin de tahrip edilmesi söz konusudur. Uzun süre yıkık ve kapalı bir şekilde kalan Daver Baba Tekkesi XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kerime Nine tarafından yeniden ihya edilmiştir. Bugün kayıp olan 1871 tarihli mezar taşında onun ermişlerden olduğu ifade edilmekteydi. Tekkenin yeniden açıldıktan sonraki faaliyetleriyle ilgili de elde bilgi bulunmamaktadır. Milli Mücadele’ye destek veren ve yardımda bulunan tekkeler arasında yer aldığı bilinmektedir. 1925 yılında tüm tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması üzerine Daver Baba Tekkesi’nin faaliyetleri sona ermiş, tekke emlakı vakıfl ar idaresine geçmiştir. 1933 yılında Akşam gazetesinde yayınlanan ilan ile Daver Baba Tekkesi müzayede usulüyle satılığa çıkartılmıştır. Tekke mülklerini satın alan Şükrü Güllüoğlu tekkeden geri kalan emanetleri korumaya çalışmış, ancak son yıllara kadar zamanın tahribatına direnen tekke binası 1990’lı yılların başlarında tamamen ortadan kalkmıştır. Günümüzde Daver Baba Tekkesi’nden geriye yakınlarındaki ayazma, çeşme kalıntıları ve temel duvarları kalmıştır. Ayrıca buradaki hazireden eser kalmamış, eski mezar taşları da kaybolmuştur. Sadece Daver Baba, Kerime Hatun ve orada şehit şehitlerin bulunduğunu belirten yeni yazılı mermer bir mezar taşı vardır. Daver Baba Tekkesi ile ilgili elimizde arşiv kayıtları bulunmamaktadır. Eldeki bilgiler daha ziyade 1960’larda Reşat Ekrem Koçu tarafından gözlemlerine de dayalı olarak yazılan bilgilerden ibarettir. Bu çalışmada başta Koçu’nun verdiği bilgilerden hareketle şimdiye kadar yapılan araştırmalar ve tekkenin kurulduğu Başıbüyük köyüyle ilgili arşiv kayıtları çerçevesinde Daver Baba Tekkesi’nin tarihi ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İstanbul, Maltepe, Başıbüyük, Bektaşilik, Daver Baba, Kerime Nine.

The Khorasan eren, the gazi dervishes and the Alp eren played important colonial roles in the Turkifi cation and Islamization of Anatolia. Among the struggles of the Ottoman Principality in Byzantium, these gazi dervishes settled in the Kartal-Goztepe region and took on the role of spectators. Daver Baba Lodge was established and operated in Basıbuyuk village in the Kartal-Maltepe region. There is no information about lodge’s activities at that time. It is said that Daver Baba built this unit in the 18th century. In 1826, during the closure and demolition of the Istanbul lodge on the banning of Bektashi, the destruction of the Daver Baba Lodge was also discussed. Daver Baba Lodge, which had been destroyed and closed for a long time, was revived by Kerime Nine in the second half of the 19th century. The 1871 tombstone, which is missing today, states that he was an saint. There is no information about lodge’s activities after its reopening. It is known that he is one of the supporters and supporters of the National Struggle. In 1925, due to the closure of all tekke, zaviye and tombs, Daver Baba Lodge’s activities came to an end, and the tekke property passed to the waqf administration. In 1933, with an advertisement published in the Aksam newspaper, Daver Baba Lodge was put up for sale by auction. Sükrü Güllüoglu, who bought the lodge properties, tried to protect the deposits left behind by the lodge, but the lodge building, which resisted the destruction of time until recent years, completely disappeared in the early 1990s. Today, the remains of the Ayazma, the fountain and the foundation walls of the Daver Baba Lodge are left behind. In addition, there are no traces left from the present, and the old tombstones have been lost. There is only a newly inscribed marble tombstone indicating that Daver Baba, Kerime Hatun and the martyrs were found there. We do not have archive records related to Daver Baba Lodge. The information available is more based on the observations made by Reshat Ekrem Kocu in the 1960s. In this study, the history of Daver Baba Lodge is considered within the framework of the researches carried out so far with the information given by Kocu and the archive records related to Basıbuyuk village where the tekke was established.

Keywords: Istanbul, Maltepe, Basıbuyuk, Bektashism, Daver Baba, Kerime Nine.

Osmanlı Şehbenderliklerinde İmam İstihdamı

Musa Kılıç
ORCID:
0000-0003-4720-9939
DOI: 10.37879/9789751756442.2023.33
Sayfalar: 761-787

Şehbender, Osmanlı Devleti’nin kendi konsoloslukları için kullandığı bir kavramdır. Ticari maksatla kurulmakla birlikte siyasi vazifeler de yerine getiren şehbenderlikler, çoğunlukla başşehbender, şehbender ya da şehbender vekili unvanını taşıyan sadece bir görevli tarafından idare edilmekteydiler. Fakat bazı şehbenderliklerde kâtip, kançılar, tercüman, kayyum, bekçi gibi çalışanlar da bulunabilmekteydi. Sayıları az olmakla birlikte şehbenderliklerde istihdam edilen görevlilerden biri de imamlardı. İlk şehbender imamı Sultan Abdülaziz döneminde, Akdeniz’de seyahat eden gemiler için önemli bir uğrak noktası olan Malta’ya tayin edilen Mustafa Hamdi Efendi’ydi. II. Abdülhamid döneminde büyükelçilik seviyesindeki Osmanlı temsilciliklerine sefaret imamları atandığı gibi imam gönderilen şehbenderliklerin sayısı da arttırılmıştı. 1318 Hariciye Salnamesine göre; Malta, Bükreş, Korfu, Pire, Rostov ve Taygan şehbenderliklerinde görevli imamlar bulunmaktaydı. Son şehbender imamı tayini ise Birinci Dünya Savaşı sırasında Habeşistan Addis Ababa’ya yapılacaktı. İmam tayin edilen şehbenderlikler ya Müslüman tüccarlar için önemli bir uğrak noktasında ya da İslam nüfusunun yoğun olduğu bölgelerdeydi. Ayrıca sadece muvazzaf şehbenderlerin olduğu yerlere imam tayini yapılmıştı. Şehbender imamları, Meşihat Dairesi tarafından seçilip Hariciye Nezaretine önerilerek tayin edilmekteydi. Asli görevleri, Müslümanların dini vecibelerini yerine getirmelerine yardımcı olmaktı. Nitekim imamların tayin edildiği şehbenderliklere genellikle birer mescidin de inşa edildiğini görmekteyiz. Bu açıdan şehbender imamlarını günümüzde yurt dışındaki camilerde vazifeli din görevlilerinin öncüsü olarak kabul edebiliriz. Bunun yanında farklı siyasi misyonlar üstlenen şehbender imamları da bulunmaktaydı. Büyük oranda Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak hazırlanacak olan bildirimizde hangi şehbenderliklere ve niçin imam tayin edildiği tespit edilmeye çalışılacak, nasıl seçildikleri, seçimlerinde dikkat edilen hususlar, kimlerin görev aldığı, hangi dini hizmetleri gördükleri, eğer varsa bu hizmetlerinin dışında ne gibi faaliyetlerde bulundukları, bölge halkı ve şehbender çalışanlarıyla ilişkileri, maaşları, karşılaşılan sorunlar ve görevden azilleri gibi konular hakkında bilgi verilecektir.

Anahtar Kelimeler: İmam, Şehbender, Osmanlı.

The term shehbender is used by the Ottoman administration for its own consulates. This offi ce had initially been charged with commercial tasks, but it had also political duties. It was usually presided by an offi cer called chief shehbender, shehbender proper or vice-shehbender. In some other cases, there were other consular staff such as clerks, counsellors, translators, custadions, wardens etc. Another member of the consular staff was the imam, who was a Muslim religious leader, but their numbers were limited. The fi rst of the imams employed in Ottoman consulates was Mutafa Hamdi Eff endi, who had been appointed by the Sultan Abdülaziz to Malta, cross-roads for the ships navigating in the Mediterranean. During the reign of Abdulhamid II the consular imams began to be appointed to the ambassies and their number increased. According to the the yearbook of the foreign ministry for the year of 1318 (After Hagira), there were imams imployed at the consulates of Malta, Bucharest, Corfu, Pirus, Rostov and Taganrog. The last of the offi ces home to an imam to be appointed during World War I was in Addis Ababa. The locations chosen for the offi ces of shehbenders, i.e. for the consulates, were either the junction points for Muslim merchants or the regions mostly populated by Muslim people. The imams, meanwhile, were being appointed only to the agencies presided by shehbenders in active service. The imams employed in these consulates were selected by the offi ce of Sheykhu’l-Islam, to be further off ered for the approval of and to be appointed by foreign Ministry. Their principal mission was to help the Muslims in fulfi lling their religious practices. That’s why the consulates home to imams were usually annexed by mosques. In this respect, the imams employed in Ottoman consulates can be regarded as the pioneers of the contemporary religious personnel employed in mosques abroad. But the former had various political missions as well. In this paper it was expected that the consulates chosen for the appointment of imams would be determined and the reasons why they were appointed would be explained. It was also aimed to give information about how they were elected and decided, about which religious services they performed and about what other activities they were engaged in, as well as about the state of the people in the vicinity of the consulate and their relations with the shehbender, the salaries of shehbenders, the problems they faced and their removal from the office.

Keywords: Imam, Shehbender, Ottoman.