XIX. Türk Tarih Kongresi
Kongreye Sunulan Bildiriler (II. Cilt)
Türk-İslam Devletleri Tarihi
Türk tarihçiliği açısından güçlü bir geleneği gösteren Türk Tarih Kongrelerinin 19’uncusu 3-6 Ekim 2022 tarihlerinde Ankara’da icra edilmişti. Kurumumuza ulaşan 600’e yakın bildiri özeti, kapsamlı bir hakem kurulu tarafından titizlikle incelenmiş ve neticede 233 bildirinin kongrede sunulması kararlaştırılmıştır. Türkiye’deki üniversitelerde görev yapan bilim insanlarının yanında, Azerbaycan, Bulgaristan, Cezayir, Fransa, Gürcistan, Hindistan, İngiltere, İran, İskoçya, İsviçre, Kazakistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, Malezya, Özbekistan, Romanya, Rusya, Bosna Hersek, Sırbistan gibi ülkelerden 70 araştırmacı da bu kongrede çalışmalarını bilim dünyasıyla paylaşmışlardır. Kongredeki bildiriler Eski Anadolu Uygarlıkları, Türk-İslam Devletleri Tarihi, Osmanlı Tarihi, Orta Asya Türk Tarihi, Dünya Tarihi, Tarih Yazıcılığı ve Tarih Felsefesi ve Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ile Büyük Taarruzun 100. Yıl Dönümü Özel Oturumu olmak üzere toplamda 8 ana konuda ve 59 oturumda sunulmuştur. İşbu Kongre Bildirileri Kitabı, yukarıda zikredilen 233 bildirinin Kurumumuza son hâli ulaştırılan 212’sini içermekte ve yedi cilt olarak yayımlanmaktadır. Bildirilerin hem fizikî olarak hem de çevrimiçi ortamda istifadeye sunulmasıyla da Türkiye’de ve dünyada Türk tarihi ile ilgilenen çok daha geniş çevrelere ulaşılabileceği düşünülmektedir.
Selçuklularda Meliklerin Eğitimi
Tülay Metin
ORCID: 0000-0002-8770-2923
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.1
Sayfalar: 1-15
Özet
Selçukluların tarih sahnesine çıkmalarından itibaren Selçuklu ailesine mensup çocukların eğitimi konusuna büyük önem verilmiştir. Selçuklu devleti kurulduktan sonra veliaht usulü ile yönetici olunduğu görülse de hanedan üyesi her melik devletin başına geçmeye aday idi. Bunun için de onların eğitimi üzerinde itina ile durulmuştur. Bu hususla alakalı olarak atabeglik müessesesi ortaya çıkmıştır. Bu müessesenin başında bulunan, meliklerin eğitimi ile meşgul olan ve onların yetiştirilmesinden mesul kişilere atabeg unvanı verilmiştir. Aynı zamanda Büyük Selçuklularda ve Türkiye Selçuklularında “lala” unvanının kullanıldığına dair bilgiler vardır. Meliklerin eğitiminden sorumlu kişilerde birtakım hususlara ve niteliklere dikkat edilmiştir. Bu kişiler siyasî, askerî, idarî ve hukukî konularda bilgili, eğitimli, ahlâklı, dindar, iff etli, terbiye kurallarını çok iyi bilen örnek birisi olmalıdır Selçuklular zamanında hükümdar ailesine mensup erkek çocukları özel eğitime tâbi tutulurdu. Bununla birlikte hanedana mensup kız çocuklarının da sarayda görevli bulunan bir takım kadın hocalar tarafından eğitim aldıkları bilinmektedir. Melikler; tecrübeli, mesuliyet sahibi ve bilgili kişiler olan atabegler tarafından gelecekteki vaziyet ve durumlarının hazırlanması ve belirlenmesine dair eğitim ve öğretim aşamasından geçerlerdi. Atabegler, melikleri yetiştirmek maksadıyla hem muallim hem de danışman olarak vazife alırdı. Melikler bilhassa devlet yönetimi, siyasî mevzular, askerî, dinî ve beşeri ilimlerde ve davranış eğitimi gibi konularda eğitim alırlardı. Hanedan mensubu çocukların yönetime hazırlanması konusunda önemli fi kirler veren ve bu fi kirleri tarihten misaller ile teyid eden siyasetnâme ve bu türden eserlerde kıymetli bilgiler yer almaktadır. Bu çalışmada dönemin kaynaklarının vermiş olduğu bilgiler nazarı itibara alınarak Selçuklularda meliklerin almış oldukları eğitim ve bu eğitimin mahiyeti konusunu tetkik ederek sultan namzetlerinin iktidara nasıl hazırlandıklarını sunmaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Melik, Eğitim, Atabeg.
Abstract
Great importance has been attached to the education of children belonging to the dynasty family since the Seljuks appeared on the stage of history, After the establishment of the Seljuk state, although it was seen that the crown prince became the ruler, every melik (prince) who was a member of the dynasty was a candidate to be the head of the state. For this reason, careful attention was paid to their education, which emerged the institution of atabeglik (tutoring to a Seljuk prince). The title of atabeg (tutor) was given to the people who were at the head of this institution and who dealt with the education and upbringing of the princes. Meanwhile,it is known that the title “lala” was used for ‘tutor’ in the Great Seljuks and Turkey Seljuks. A number of competencies and qualifi cations were required to be ‘lala’ or ‘atabeg’. Most importantly, these people were expected to be knowledgeable in educational, political administrative, and legal issues. They were also required to be educated, morally clean, religious, virtuous, and knowlwdgeable and exemplary in courtesy. In addition to the education of meliks, it is known that the girls belonging to the dynasty were also educated by a number of female tutors working in the palace. Meliks would go through an education and training about the preparation of their possible future situations and situations by experienced atabegs. Atabegs served as both teachers and advisers in order to train the princes. The princes would receive training particularly in state administration, political issues, military, religious and human sciences besides their behavioral training. Such books like ‘Siyasetname’ give valuable information about the preparation of children belonging to the dynasty and confi rm these ideas with historical examples. In this study, considering the information given by the sources of the period, it is aimed to present how the sultan’s candidates were prepared for power by examining the education and the content of this education of the meliks in the Seljuks.
Keywords: Seljuks, Melik, Education, Atabeg.
Sultan Tuğrul Bey’in Bizans İmparatoru’na Bilinmeyen Bir Mektubu
Osman G. Özgüdenli
ORCID: 0000-0002-6692-3209
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.2
Sayfalar: 17-43
Özet
Bilindiği gibi Ortaçağ Türk devletlerine ait ancak çok az resmî vesika günümüze ulaşabilmiştir. Bununla birlikte bazı resmî vesikaların, aslına uygun bir şekilde kopyalanmak suretiyle, çeşitli mecmûalar içerisinde günümüze ulaştığı görülmektedir. Orijinal vesikaların günümüze ulaşamamış olmasından kaynaklanan boşluğun doldurulmasında, söz konusu resmî vesika suretlerinin tespit ve tahlili, Ortaçağ Türk tarihi araştırmaları açısından büyük bir önem arz etmektedir. Selçuklu devrine ait resmî vesikaların kopyalarını ihtiva eden eserlerden biri de bugün Staatsbibliothek zu Berlin’de muhafaza edilmekte olan Resâ’il ve nevâdir ve hikâyât min latîfi ’l-ahbâr ve garâ’ibi’l-eş‘âr isimli mecmûadır. Söz konusu mecmûa, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey (1040-1063) tarafından Bizans İmparatoru’na gönderilen Arapça bir mektubu ihtiva etmesi açısından son derece önemlidir. Tek bir nüsha hȃlinde günümüze ulaşan ve bugüne kadar neşredilmemiş olan bu mühim mektup, Tuğrul Bey’in içerisinde Revvȃdî Emîri Ebû Mansûr Vehsûdân’ın da yer aldığı bir elçi heyeti vasıtasıyla Bizans İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurma teşebbüsünde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Büyük Selçuklu-Bizans diplomatik ilişkileri ile ilgili gerek Selçuklu gerekse Bizans kaynaklarının sessiz kaldığı bir dönemde önemli bir boşluğu dolduran bu mektup aynı zamanda Tuğrul Bey’in iki devlet arasında sulhun temin edilebilmesi için Bizans İmparatoru’ndan taleplerini ortaya koyması açısından da dikkate değerdir. Çalışmada, bugüne kadar Selçuklu ve Bizans tarihi araştırmacılarının dikkatinden kaçan bu mühim mektubun Arapça orijinal metni ve Türkçe tercümesi yayınlanarak Büyük Selçuklu Devleti tarihi ve Selçuklu-Bizans ilişkileri açısından tahlil ve değerlendirmesi yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Büyük Selçuklu Devleti, Tuğrul Bey, Bizans İmparatorluğu, Selçuklu Diplomasisi, Selçuklu-Bizans İlişkileri, Ebû Mansûr Vehsûdȃn, Revvȃdîler
Abstract
A very limited number of offi cial documents from the medieval Turkish states have survived to the present day. However the copies of some offi cial documents have survived in various majmūʻas. Since the original documents have not survived, the determination and analysis of offi cial document copies is of great importance for the studies of medieval Turkish history. One of the works containing the offi cial documents from the Seljuk period is a majmūʻa named Rasā’il wa nawādir wa hikāyāt min latīfi ’l-akhbār ve gharā’ibi’l-ashʻar, preserved at the Staatsbibliothek zu Berlin. This majmūʻa is important in that it contains an Arabic letter sent by the Great Seljuk Sultan Tughril Beg (1040-1063) to the Byzantine Emperor. This letter, which has survived as a unique copy and has not been published until today, reveals that Tughril Beg attempted to establish diplomatic relations with the Byzantine Empire through an envoy he sent under the presidency of Rawwādid Amīr Abū Mansūr Wahsūdān. This letter, which fi lled a gap in a period when both Seljuk and Byzantine sources regarding the Great Seljuk-Byzantine diplomatic relations were silent, is also extremely valuable in terms of Tughril Beg’s demands from the Byzantine Emperor to ensure peace between the two states. In this paper the original Arabic text and Turkish translation of this important letter, which has escaped the attention of Seljuk and Byzantine history researchers, will be published, analyzed and evaluated in terms of the history of the Great Seljuk State and Seljuk-Byzantine relations.
Keywords: Great Seljuk States, Tughril Beg, Byzantine Empire, Seljuk Diplomacy, Seljuk-Byzantine Relations, Abū Mansūr Wahsūdān, Rawwādids.
Irak Selçukluları Devleti’ni Yıkıma Götüren Ekonomik Kriz ve Bu Krizin Nedenleri
Ahmet Nurullah Özdal
ORCID: 0000-0002-0161-8289
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.3
Sayfalar: 45-81
Özet
Bir Ortaçağ devletinin aslında ekonomik kriz nedeniyle yıkılmış olabileceğini savunmak ilk etapta iddialı görülebilir. Ancak ana kaynakların bu doğrultuda tekrar ve dikkatlice tetkik edilmesi, araştırmacıyı böyle bir sonuca ulaştıracak güçte kanıtlarla karşılaştıracaktır. Irak Selçukluları ülkesinde halkı derinden etkileyen dört kıtlık vakası yaşanmıştır. Bunlar, ahalisinin ekseriyetini göç etmeye zorlayan 1137-1138 İsfahan kıtlığı; hem Irak Selçuklularının hem de rakipleri olan Abbâsî Halîfeliği’nin elini kolunu bağlayan, kuraklık kaynaklı 1139-1140 kıtlığı; 1147 yazında başlayıp 1149’a dek süren yüksek enfl asyon dönemi ve 1174-1180 yılları arasında ülkeyi kasıp kavuran kıtlıklardır. Ancak ülke ekonomisini açmaza sürükleyecek söz konusu krizin esas müsebbibi doğa değil, insan kaynaklıdır. Atabeg Şemseddîn İldeniz’in yağmacılığa meyilli ve zorba komutanlarına Irak-ı Acem mülkünde gelişigüzel dağıttığı iktâlar, Râvendî’ye göre, bölgeye uzun vadede iktisadi gerileme yaşatacaktır. Zikredilen komutanların bölgede yol açtıkları huzursuzluk, başlıca üretici gruplardan olan göçebelerin buralardan ayrılmasına zemin hazırlarken, köylülerin de tarla sürmelerini, yeterli ekim yapmalarını engeller. Bu, hazine açısından dramatik vergi düşüşleri anlamına gelmektedir. Sultan Arslanşah’ın varidat kayıtlarının teftişinde ihmalkâr davranması kimi suiistimalleri de beraberinde getirir. İttifak ile tüm kaynaklar, ilk Irak Selçuklu sultanı Mahmud’un maliye kayıtlarını incelemeye özel merakının olduğunu, Arslanşah’ın ise tam tersine, gelir-gider dengeleri vb. hususlardaki kayıtsızlığını –kibarca ve edebi bir dille– vurgularlar. Yine aynı hükümdar döneminde, ülke çapında ağır işlemeli tekstil ürünlerine olan yüksek talep, dışarıya büyük oranda değerli metal çıkışının yolunu açar ki; bu durum, şiddetli gümüş kıtlığının yaşandığı bir ortamda işleri daha da zora sokacaktır. Bu fi nansal kriz ortamında, ticari işlemler para yerine altın tozu kullanılarak yapılmıştır. Son zamanlarında, devletin hazinesi de tamtakır hale gelmiştir ve borçlanmaya gitmeksizin maaş ödemelerini denkleştirmeye çalışan maliye görevlileri, bunu yapmada hayli zorlanacaklardır. Irak Selçuklularının son yılları hakkında müellifl erin sessizliğe bürünmeleri dikkat çekicidir. Onların bu tavrı, devletin fi ili olarak sona ermiş olduğunu düşündürtür. Son sultan II Tuğrul’un öldürüldüğü yıl olan 1194 ise bu nihayete erişin simgesel tarihidir sadece.
Anahtar Kelimeler: Ortaçağ, Irak Selçukluları, Ekonomik kriz, İktisat tarihi, Kıtlık.
Abstract
It may seem ambitious at fi rst to argue that a medieval state might actually have collapsed due to the economic crisis. However, a careful examination of the main sources in this direction will encounter the researcher with strong evidence to reach such a conclusion. There were four cases of famine in the country of the Iraqi Seljuks, which deeply aff ected the people. These are the Isfahan famine of 1137-1138, which forced the majority of its inhabitants to emigrate; the drought-induced famine of 1139-1140, which clipped the wings of both the Iraqi Seljuks and their rivals, the Abbasid Caliphate; the period of high infl ation that started in the summer of 1147 and lasted until 1149, and the famines that swept the country between 1174 and 1180. However, the main cause of the crisis, which will drag the country’s economy into a deadlock, is not nature, but human origin. According to Râvendî, the iqta that Atabeg Şemseddin İldeniz randomly distributed to the looting and tyrannical commanders in the possession of Iraq-i Acem will cause the region to experience economic recession in the long run. The unrest caused by the aforementioned commanders in the region paved the way for the nomads, one of the main producer groups, to leave these areas, and prevented the villagers from plowing their fi elds and planting adequately. That meant dramatic tax reductions for the treasury. The negligence of Sultan Arslanşah in the inspection of income records also brings some abuses. All sources indicate that Mahmud, the fi rst Iraqi Seljuk sultan, had a special interest in examining the fi nancial records, while Arslanşah, on the contrary had indiff erence about income-expenditure balances. Again, during the same reign, the high demand for heavily embroidered textile products throughout the country paved the way for a large amount of precious metal to be exported; this will make things even more diffi cult in an environment of severe silver shortages. In this fi nancial crisis environment, commercial transactions were made using gold dust instead of money. Towards the last days of the state, its treasury had also become fullblown, and the fi nance offi cers, who tried to balance their salary payments without going into debt, had great diffi culty in doing so. It is conspicuous that the authors remained silent about the last years of the Iraqi Seljuks. This attitude of theirs makes us think that the state has actually come to an end. 1194, the year the last sultan Tugrul II was killed, is only the symbolic date of reaching this end.
Keywords: Medieval, Iraqi Seljuks, Economic crisis, Economic history, Famine.
Büyük Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’a Ait Bir Tayin Menşûru
Bülent Özkuzugüdenli
ORCID: 0000-0001-6148-5687
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.4
Sayfalar: 83-116
Özet
Bilindiği üzere savaşlar, yangınlar ve Moğol istilȃsı gibi felaketler sebebiyle Büyük Selçuklu sultanlarına ait resmî belgeler günümüze ulaşmamıştır. Bununla birlikte muhtelif münşeȃt mecmûaları, cönkler ve tarih kitapları içerisinde Selçuklu sultanlarına ait bazı fermȃn ve menşûr suretlerinin günümüze ulaştığı görülür. Söz konusu vesika suretleri, orijinal vesikaların günümüze ulaşmamasından kaynaklanan boşluğu bir nebze de olsa doldurmaları hasebiyle, Selçuklu tarihi araştırmaları için büyük önem arz etmektedir. Selçuklu devrine ait vesika suretlerinin kopyalarını ihtiva eden mecmûalardan biri de Safevîler devrinde XVII. yüzyıl başlarında Ebu’l-Kāsım Evoglu Haydar tarafından derlenen Mecma‘u’l-inşâ’ veya Mecmû‘a-yi Murâselât isimli eserdir. Bugüne kadar neşredilmemiş olan bu mühim eserin eski ve muteber bir nüshası bugün Oxford Üniversitesi Bodleian Library’de muhafaza edilmektedir. Eser, muhtelif dönemlere ait pek çok vesikanın yanında Büyük Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’a (1063-1072) ait bazı Farsça tayin menşûrlarını ihtiva etmesi açısından da son derece önemlidir. Söz konusu menşûrlar, Ebu’l-Kāsım Evoglu Haydar tarafından Alp-Arslan devrine ait Tarassul-i Bahâ’î isimli eserden alınarak istinsah edilmiştir. Söz konusu mecmûa içerisinde yer alan Selçuklu devrine ait vesikalardan biri de, Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Hȃrezm eyȃletinin idaresinin Sultan Alp-Arslan tarafından -menşûrda adı zikredilmeyen- oğullarından birine verilmesiyle ilgi tayin menşûrudur. Bu tayin menşûru, bir Büyük Selçuklu hanedan üyesinin eyâlet idaresiyle görevlendirilmesine ait günümüze ulaşan yegâne tayin belgesi olmasının yanında, Selçuklu sultanları tarafından hanedan üyelerine verilen idarî yetki ve sorumlulukları açık bir şekilde ortaya koyması açısından da önemlidir. Çalışmada, bugüne kadar araştırmacıların dikkatinden kaçan ve henüz neşredilmemiş olan Sultan Alp-Arslan’a ait bu mühim tayin menşûrunun Farsça metni ve Türkçe tercümesi yayınlanarak Selçuklu siyasî, idarî ve diplomatik tarihi açısından tahlil ve değerlendirmesi yapılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Büyük Selçuklular, Sultan Alp-Arslan, Hȃrezm, Münşeat Mecmûası, Menşûr.
Abstract
It is known that the original documents of the Great Seljuk sultans have not survived due to disasters such as wars, fi res and the Mongol invasion. However, some copies of documents from the Seljuk sultans have survived in various inshā collections, junks and chronicles. The copies of these documents are of great importance for Seljuk history research since they fi ll the gap caused by the absence of the original documents. One of the inshā collections containing copies of the copies of documents from the Seljuk period is Majma‘ al-inshā’ or Majmūʻa-yi murāsilat compiled by Abu’l-Qāsim Evoghlu Khaidar at the beginning of the XVIIth century during the Safavid era. A reliable copy of this important unpublished work is preserved in the Oxford University Bodleian Library. This work is extremely valuable because it contains many documents belonging to various periods, as well as some appointments (manshūrs) made by the Great Seljuk Sultan Alp-Arslan (1063-1072). These manuscripts were copied by Abu’l-Qāsim Evoghlu Khaidar from a copy of Tarassul-i Bahā’ī. One of the documents from the Seljuk period included in this codex is the assignment by Sultan Alp-Arslan of the administration of the Khwārizm, which was affi liated to the Seljuk State, to one of his sons, whose name is not mentioned in the manshūr. This mandate is the only surviving document of an appointment of a member of the Seljuk dynasty to a position of provincial administration and it is also signifi cant in terms of clearly revealing the administrative powers and responsibilities given to dynasty members by the Seljuk Sultans. In this paper the Persian text and Turkish translation of this important manshūr of Sultan Alp-Arslan, which has escaped the attention of researchers and has not been published yet, will be published and an analysis and evaluation will be made in terms of Seljuk political, administrative and diplomatic history.
Keywords: Great Seljuk State, Sultan Alp-Arslan, Khwārizm, Inshā Collection, Manshūr.
Sultan Sencer Devrine Ait Resmî Vesikalara İstinaden Büyük Selçuklularda Valilik Müessesesine Dair Bazı Değerlendirmeler
Sinan Tarifci
ORCID: 0000-0002-9218-6193
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.5
Sayfalar: 117-141
Özet
Münşeat mecmuaları içerisine dercedilmek suretiyle günümüze intikal eden sultâniyât, ihvâniyât ve mehâzir türlerinden menşûrlar, inşâ numuneleri, resmî ve hususî mektuplar Selçuklu devri resmî vesikalarını oluşturmaktadır. Bilhassa teşkilât tarihi yönünden ehemmiyeti haiz olan resmî vesikaların dil, şekil ve terminoloji açısından olduğu kadar edebî ve diplomatik bakımdan da oldukça dikkate şayan olduğu malumdur. Büyük Selçuklularda sultâniyât türüne ait olup da Sultan Sencer devrinde sadır olan valilik tayin menşûrlarından altısı Sultan Sencer’in dîvân-i inşâ başkanı Müntecebü’d-Dîn Bedî‘ el-Cüveynî’nin Atebetü’l-Ketebe’sine, biri de Seyyid Ali Müeyyed Sâbitî tarafından derlenen Esnâd ve Nâmehâ-yi Târîhî, ez Evâil-i Devrehâ-yi İslâmî tâ Evâhir-i Ahd-i Şâh İsmâîl-i Safevî’ye dercedilmiştir. Bunlar arasından Atebetü’l-Ketebe’deki bir menşûr ve Esnâd ve Nâmehâ-yi Târîhî’deki menşûr, ayrıca Leningrad Münşeât Mecmuası olarak da adlandırılan anonim Ahkâmu Sultâni’l-Mâzî’de de mevcuttur. Ayrıca bu anonim mecmuada Selçuklular adına bölgeyi fi ilen idare Hârezmşah Atsız tarafından verilen bir valilik menşûru daha vardır. İlk zamanlarında Sultan Sencer’e sadakatle hizmet eden fakat daha sonra isyan eden Atsız’ın Selçuklu valisi olması dolayısıyla bu menşûr da Sultan Sencer dönemine ait bir valilik menşûru olarak kabul edilebilir. Büyük Selçuklu Devletinin hâkim olduğu sahalar, vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere başlıca iki şekilde idare ediliyordu. Vasıtalı idare edilen sahalar muhtelif statülerdeki vassal hükümdarlar tarafından yönetiliyordu. Vasıtasız, yani doğrudan hâkim olunan sahalarda ise vali olarak merkezden tayin edilen Selçuklu melikleri ve üst düzey emîrler görev yapıyordu. Her biri bir idarî ünite teşkil eden eyaletlerin en yüksek yöneticisi olan valinin başında bulunduğu en yüksek müessese dîvân-i eyâlet idi. Selçuklular devri resmî vesikalarında bir taşra (eyalet) hükûmetini ve valilik vazifesini belirtmek için eyâlet, vilâyet, eyâlet û vilâyet, eyâlet û imâret, ‘amel, eyâlet-i vilâyet terimleri kullanılmıştır. Resmî vesikalarda adı geçen Gürgân, Mâzenderân, Rey, Belh, Sîstân eyaletlerine vali ataması yapılmıştır. Vali tayin menşûrları başta olmak üzere, çeşitli vesikalardan melik-valilerin ve emîr- valilerin tayini ve azli, idarî, malî, askerî, adlî (hukukî) ve inzibatî açıdan görev, yetki ve sorumlulukları ile valilik mevkiinin mahiyetine dair bilgiler elde etmek mümkündür. Bu bildiride, Sultan Sencer devrine ait resmî vesikalara istinaden Büyük Selçuklularda valilik müessesine dair bu türden değerlendirmelere yer verilecektir.
Anahtar Kelimeler: Büyük Selçuklular, Sultan Sencer, Münşeat Mecmuaları, Atebetü’l-Ketebe, Menşûr, Valilik Müessesesi, Vali.
Abstract
Deeds of investiture (manshūr) from sultāniyāt, ihkvaniyāt and mahāzir types, inshā samples, offi cial and private letters which were collected in munshaāts (secretarial essays) and transferred to the present day, constitute the offi cial documents of the Seljuq period. It is known that the offi cial documents, which are especially important in terms of the institutional history, are quite remarkable in terms of language, form and terminology in literary and diplomatic. Six of the governor appointment letters, which are the sultaniyāt type and were issued during the reign of Sultan Sanjar, are in the Atabat al-Kataba compiled by Muntajab al-Dīn Badī al-Juwaynī, head of Sultan Sanjar’s dīwān-i inshā. One of them was registered in Asnād va Nāmahhā-yi Tārīkhī, az Avāil-i Davrahhā-yi Islāmī tā Avāhir-i Ahd-i Shāh Ismāīl-i Safawī collected by Sayyid Ali Muayyad Sābitī. Among these, a appointment letter in Atabat al-Kataba and appointment letter in Asnād va Nāmahhā-yi Tārīkhī are also available in the anonymous Ahkāmu Sultān al-Māzī, also called Leningrad Munshaāt. In addition, in this anonymous munshaāt, there is another the governor appointment letter given by Khwārazm Shāh Atsız, who actually administered the region on behalf of the Seljuqs. Since Atsız, who served Sultan Sanjar faithfully in his early days, but later rebelled, was the Seljuq governor, this manshūr can also be accepted as a governor appointment letter belonging to the Sultan Sanjar era. The areas dominated by the Great Seljuq State were mainly administered in two ways, directly and indirectly. The areas indirectly dominated were administered by vassal rulers of various statuses. Seljuq princes and high-ranking amīrs, who were appointed by sultan as governors, holded offi ce in the areas directly dominated. The highest institution conducted by the governor, who was the highest administrator of the provinces, each of which constituted an administrative unit, was the dīwān-i eyālet. In the offi cial documents of the Seljuq period, the terms eyālet, wilāya, eyālet va wilāya, eyālet va imāra, amal, eyālet-i wilāya were used to denote a provincial government and the duty of governorship. Governors were appointed to the provinces of Gorgān, Māzandarān, Rayy, Balkh, Sīstān mentioned in offi cial documents. It is possible to obtain information about the appointment and dismissal of malik-governors and amīr-governors, their duties and authority and responsibility in terms of administrative, fi nancial, military, judicial and disciplinary, and the nature of the governor’s offi ce from various documents, especially the governor appointment letters. In this paper, such considerations about the institution of governor in the Great Seljuqs are going to be stated, based on the offi cial documents of the Sultan Sanjar era.
Keywords: Great Seljuqs, Sultan Sanjar, Munshaāts, Atabat Al-Kataba, Manshūr, İnstitution Of Governor, Governor.
Türk-Moğol Tarihinin Merkezinde Bir Kadın: Tamta Mhargrdzeli
Ayşe Beyza Ercan
ORCID: 0000-0003-0464-2716
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.6
Sayfalar: 143-166
Özet
Orta Çağ Yakın Doğu coğrafyası içerisindeki birçok yerde siyasi ve tarihi izler bırakan Tamta Mhargrdzeli Gürcü sarayında yaşayan Ermeni asıllı Mhargrdzeli ailesinin bir ferdidir. Babası İvane Mhargrdzeli, Gürcistan tarihinin ilk atabeg unvanına sahip Gürcistan Kralı Tamar döneminin önemli komutanlarından biridir. İvane Mhargrdzeli 1210 senesinde Eyyûbilerin Ahlat kuşatmasında ağır bir yenilgi alınca Tamta’yı Salâhaddîn Eyy ûbi’nin yeğeni Evhad ile evlendirmiştir. Ancak Evhad’ın kısa sürede ölümüyle birlikte Tamta levirat usulü bir evlilik yaparak Evhad’ın kardeşi Melik Eşref ile evlendirilmiştir. Melik Eşref ile olan evliliği esnasında Eşref ’in Ahlat’ta ekseriyetle bulunmamasından ötürü Ahlat’ın önemli bir siyasi fi gürü hâline gelmiştir. Celaleddin Harezmşah’ın Ahlat kuşatması ve fethi ile Tamta Mhargrdzeli Celaleddin Harezmşah’ın eşi olmuştur. Fakat bölgede siyasi konjonktürün değişimi Tamta’nın hayatını tekrardan değiştirmiştir. Ahlat kuşatmasından kısa bir süre sonra Celaleddin Harezmşah ölmüş ve ardından Tamta Moğollara esir düşmüştür. Aynı zamanda Tamta’nın babası İvane ölmüş ve yerine kardeşi Atabeg Avag Mhargrdzeli geçmiştir. Moğolların Gürcistan ve civarına yaptıkları yoğun baskılardan Gürcüler oldukça etkilenmiş ve bu olayların akabinde Gürcü-Moğol antlaşması yapılmıştır. Daha sonra ise, Ahlat’taki etkili rolü Moğollar tarafından öğrenildiğinde Tamta Ahlat’ın yönetimi için görevlendirilmiştir. Ahlat’ın kadın hükümdarı olarak tarihe damgasını vuran Tamta Mhargrdzeli’nin hareketli hayatı muhtemelen 1254 senesinde Ahlat’ta sona ermiştir. Bu bildiri metninde, 12-13. yüzyıllar siyasi hayatını derinden etkileyen, Eyyûbiler, Harezmşahlar ve Moğollarla yoğun ilişkileri olan Tamta Mhargrdzeli’nin hayatı ana kaynaklara bağlı kalınarak incelenecektir. Bu çalışma ile bilimsel literatürde kendisine yeteri kadar yer bulamayan ama o dönemin siyasi hayatına etki eden Tamta Mhargrdzeli’nin çalkantılı hayatı ve siyasi yaşamı özgün bir şekilde aktarılarak Orta Çağ siyasi tarih yazınına katkı sağlanması amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ahlat, Eyyûbiler, Gürcü Krallığı, Harezmşahlar, Tamta Mhargrdzeli, Moğollar.
Abstract
Tamta Mqargrdzeli was a member of the Georgian Mqargrdzeli family of Armenian descent and a royal court member of the Georgian Kingdom. Tamta is known for the political and historical traces that she left in many places in the Near East geography of the medieval period. Her father, Ivane Mqargrdzeli, was one of the most important commanders during the reign of the King Tamar of Georgia and is known to be the fi rst atabeg in Georgian history. When Ivane suff ered a heavy defeat in the Siege of Ahlat against the Ayyubids in 1210, he married Tamta off to Awhad, the nephew of Saladin al-Ayyubi. However, with Awhad’s death shortly afterwards, Tamta followed the levirate tradition and married Awhad’s brother, Melik al-Ashraf. During his marriage to Melik al-Ashraf, Tamta became an important political fi gure in Ahlat due to her husband’s absence most of the time. In the same period, Jalal al-Din Khwarazmshah sieged and took over Ahlat and then Tamta became his spouse. However, with the death of Jalal al-Din Khwarazmshah a year after the Siege of Ahlat, Tamta went back to her family in her native Georgia. Anyhow, the region’s political conjuncture changed Tamta’s life again. Shortly after the Siege of Ahlat and Jalal al-Din Khwarazmshah’s death, Tamta was captured by the Mongols. Meanwhile, her father Ivane died and was replaced by his brother Atabeg Avag Mqargrdzeli. Georgia was also heavily aff ected by the intense pressures of the Mongols in and around its territory and a Georgian-Mongolian treaty was signed later on. When her infl uential role in Ahlat was noticed by the Mongols, she was appointed to rule Ahlat. The turbulent life of Tamta, who became a part of Turkic-Mongolian history as a female political fi gure, probably ended in Ahlat in 1254. In this paper, the life of Tamta Mqargrdzeli, who ran intense relations with the Seljukians, Ayyubids, Khwarazmians and Mongols and deeply infl uenced the political life of the 12th-13th centuries, will be examined by adhering to the primary sources of the period. This study aims to fi ll a gap in the literature and contribute to the political history of the Middle Ages by concentrating on the lesser-known but momentous political life of Tamta Mqargrdzeli.
Keywords: Ahlat, Ayyubids, Georgian Kingdom, Khwarazmian Dynasty, Tamta Mqargrdzeli, Mongols.
Azerbaycan’da Selçuklular Döneminde Hıristiyanlığın Yeri
Nargiz Aliyeva
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.7
Sayfalar: 167-187
Özet
İslam’ı kabul eden ülkelerin sınırları genişledikçe, Müslüman topluluğun etnik bileşimi kısa sürede daha çeşitli hale geldi ve Arap olmayan halkları da içine aldı. Bu şartlar altında Hilafet`e dahil olan halkların milli kimlikleri geri planda kalmaya başladı. Aksine, dini bağlılık ön plana çıktı. İslam’a giren halkların yarattığı yeni kültür, İslam kültürü, onları güçlü bir etki ile birleştirmeye başladı. Bu etki, İslam’da Hıristiyan dininde kalan halkların kültürünü de etkilemiştir. İslamiyet’in Azerbaycan’a gelişinden önce Aras Nehri’nin iki yakasında yaşayan halklar arasında dini farklılıklar vardı. Aras Nehri’nin güneyindeki Güney Azerbaycan nüfusunun çoğu Zerdüşti, nüfusun sadece küçük bir kısmı Hıristiyandı. Güney Azerbaycan nüfusunun aksine Hıristiyanlık, İslam ideolojisinin kurulmasına rağmen 10. ve 11. yüzyıllarda Kuzey Azerbaycan’da (Kafkas Albanyası) varlığını sürdürmeye devam etti. Yazılı kaynaklarla birlikte Azerbaycan’ın bazı bölgelerinde yapılan arkeolojik kazılarda Hıristiyanlığın simgesi olan haçların bulunması Hıristiyanlığın devam ettiğini göstermektedir. Selçuklu hakimiyetindeki bu gayrimüslim nüfusa gayrimüslim, zimmi ve İsevi denilmiştir. Sovyetler Türkçülük fi krinden korktuğu için “Türk Hıristiyanlığı”, “Albanya Hıristiyanlığı” çerçevesinde incelenmiştir. İslam’ın ilk günlerinden itibaren, Avrupa’da hâkimiyetini sağlamak veya yaymak için her zaman kaba kuvvet kullandığı haksız bir şekilde iddia edildi. W. W. Barthold haklı olarak yazıyordu ki, … İslam zorla uygulanmadı. Ne Hıristiyanlara ne de ateşe tapanlara zulmedildi1 . «Arap fethi ve yönetimi sırasında İslam ve Hristiyanlık» eserini Rusçaya çeviren UmatGirey Metskhal şöyle yazmıştı: «Müslüman hoşgörüsüzlüğü» ve «Müslüman fanatizmi» ne yazık ki hala Rus yayıncılarının en sevdiği ve çiğnenmiş konuları arasında. 2 Bırakın vicdanlarını, İslami fanatizm hakkındaki görüşlerinin samimiyetini yargılamak bile zor. Ancak hem Avrupa hem de Rus toplumlarında Müslümanların dini hoşgörüsüzlüğüne ilişkin yanlış anlamaların önyargıdan değil, daha çok İslam tarihine aşinalık eksikliğinden kaynaklandığı varsayılmalıdır. Orta Çağ’da Avrupa’da İslam dışı diğer dinlerin var olmasına izin verilirken, aynı fırsatlar İslam’a tanınmadı. Kendilerine zıt olarak farklı kol ve mezheplere (Keldani, Asuri, Hristiyan) ayrılan bu Hıristiyanlar, Selçuklular tarafından Ehl-i Kitap gibi kabul edilmiş, manastırları ve vakıfl arı korunmuştur. Selçuklu sultanları tarafından korunan bu nüfus, dinlerini özgürce yaşama imkânı bulmuştur. Müslüman Selçuklular, Avrupalı Hıristiyanlardan farklı olarak şehirlerini ele geçirdiklerinde Hıristiyan tapınaklarını ve kiliselerini yıkmamışlardır. Kaynaklar, bu dönemde Kuzey Azerbaycan’ın Beylagan bölgesindeki Hıristiyan cemaatinin faaliyetleri hakkında bilgi vermektedir. Bu topluluk, Yahudi cemaati ile birlikte şu veya bu hâkimin seçilmesi için savaşabilirdi. On ikinci yüzyılın sonunda, Bizans hukuku ile birlikte yerel Hıristiyanların anayasası olan «Kanunname», Alban halk geleneklerini, kilise kanununu – «Musa’nın Kanunları»nı içeriyordu. Aynı zamanda, bu dönemde, Hıristiyanların Azerbaycan’ın sınır bölgelerindeki etkisini sınırlamanın yanı sıra İslam’ın korunmasını kontrol etmek için bir politika başlatıldı.
Anahtar Kelimeler: Azerbaycan, Hıristiyanlık, Selçuklular.
Abstract
As the borders of the countries that converted to Islam expanded, the ethnic composition of the Muslim community soon became more diverse, encompassing non-Arab peoples. Under such conditions, the national identity of the peoples who became part of the Caliphate began to fade into the background. On the contrary, religious affi liation came to the fore. The new culture co-created by the peoples who converted to Islam, Islamic culture, began to unite them with its powerful infl uence. This infl uence also aff ected the culture of the people who remained Christian in Islam. Prior to the arrival of Islam in Azerbaijan, there were religious diff erences between the people living on both sides of the Araz River. The majority of the population of South Azerbaijan was fi re-worshipers. Only a small part of the population was Christian. Unlike the population of South Azerbaijan, Christianity continued to remain in Northern Azerbaijan (Caucasian Albania) in the X-XI centuries, despite the establishment of Islamic ideology. Along with written sources, the discovery of crosses with the symbol of Christianity on them in some parts of Azerbaijan during archeological excavations shows that Christianity continues. Under the control of the Seljuks, this non-Muslim population was referred to as non-Muslim, dhimmi, and isavi. During the Soviet era, which feared the idea of Turkism in the Caucasus, «Turkish Christianity» was studied in the context of «Albanian Christianity». In the Middle Ages, religions other than Islam had the opportunity to live in Europe, but the same opportunities were not given to Islam . Unlike them, these Christians, who were divided into diff erent branches and sects (Chaldean, Assyrian, Christian), were considered by the Seljuks to be the People of the Book, and their monasteries and foundations were protected. Protected by the Seljuk sultans, this population had the opportunity to practice their religion freely. Unlike European Christians, Muslim Seljuks did not destroy churches when they captured cities. Sources report on the activities of the Christian community in the Beylagan region of northern Azerbaijan during this period. This community, together with the Jewish community, could fi ght for the election of one or another judge. At the end of the 12th century, the Law, the legal code of local Christians, included Byzantine laws as well as Albanian folk customs and church laws – the Laws of Moses. At the same time, a policy was introduced in the border regions of Azerbaijan to limit the infl uence of Christiands and to control the preservation of Islam.
Keywords: Azerbaijan, Christianity, Seljuks.
Memlûklerde Eğitim ve Tören Alanları: Meydanlar
Esra Çıplak
ORCID: 0000-0003-4577-3026
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.8
Sayfalar: 189-209
Özet
Mısır ve Suriye’de hüküm süren Memlûk Devleti (1250-1517) askerî ve siyasî karakteriyle kendine has özelliklere sahiptir. Devletin kuruluşunda ve siyasî hayatında önemli rol oynayan memlûkler, askerî birliklerden oluşmaları hasebiyle bu alandaki okullarda eğitim görmüşlerdir. Bununla birlikte talimlerin birer sportif faaliyet ve eğlenceye dönüştüğü meydanlar memlûklerin hem eğitim hem de sosyal hayatında önemli bir yer tutmuştur. Yerleşim yerlerinin ortasında kurulan bu büyük alanlarda toplumsal hafızanın oluştuğu pek çok olay cereyan etmiştir. Buradaki faaliyetler dönemin siyasî ve askerî yapısıyla ilgili bilgi verdiği gibi sosyal hayata dair malumat da içerir. Ordunun toplandığı, eğitim gördüğü, rutin aktivitelerini yaptığı meydanlar genel kutlamalar için de kullanılmıştır. Yaşamın kaynağı olarak betimlenen Nil nehrinin taşmasından -vefaü’n-nil- sonraki gün ve halicin önündeki seddin kırılarak açılması -kesrü’l-halicsırasındaki törenler ile misafi rlerin ağırlanması, hac mahfi li, Ramazan ve Kurban bayramları, Mevlid kutlamaları, evlilik ve sünnet törenleri, Nevrûz bayramı, imaret faaliyetlerinin açılış törenleri gibi halkın hem bir araya geldiği hem de icraatları takip ettiği bu alanlarda üzerinde durduğumuz başka bir mesele ise oyunlardır. Özellikle saltanat ahalisi ve memlûklerin iştirak ettiği bu alanlarda oynanan oyunların; fi ziksel kondisyonu geliştirdiği, motivasyonu artırdığı, yetenek gösterisine dönüştüğü ve hakkında kitapların neşredildiği kapsamlı bir konu olduğu açıktır. Kaynaklarda defaatle adı geçen pek çok meydandan en önemlileri ibn Tulun, el-İhşid, el-Kasr, es-Sâlihi, ez-Zahiri, Birketü’l-fi l, Siryakus, el-Mahâri, el-Kabak olarak sayılabilir. Meydanların bakımına özen gösterilmesi ve bazılarında seyirciler için oturma alanlarının olması stadyum gibi telakki olunmaktadır. Memlûk tarihinin önemli müverrihlerinden el-Makrîzî’nin Kitab el-mevâ‘iz ve el-i‘tibâr fî zikr el-hıtât ve el-âsâr isimli eserinde tek tek anlattığı, işlevlerini yine dönem kaynaklarında bulduğumuz ve bahsedilen faaliyetlerin gerçekleştiği bu meydanların kurulduğu zamandan itibaren Memlûk sultanları nezdindeki önemi dikkate şayandır. Bu çalışmada; kargı (mızrak), okçuluk, kılıç, gürz, güreş, at yarışı, kabak ve çevgân gibi oyunların sahası olan meydanların özellikleri hakkında araştırma yapılmış bu minvalde Türk spor tarihine katkı sağlayacak verilere ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Memlûk, Kahire, Meydan, Tören, Hıtat.
Abstract
The Mamluk State (1250-1517), which ruled in Egypt and Syria, has unique characteristics with its military and political character. Mamluks, who played an important role in the establishment of the state and in its political life, were educated in tibaqs in this fi eld because they were composed of military units. However, the meyâdîn, training is turned into sports activities and entertainment, had an important place in both the education and social life of the Mamluks. In these large areas established in the middle of the settlements, many events took place in which the social memory was formed. The activities here provide information about the political and military structure of the period, as well as information about social life. The meyâdîn where the army gathered, trained and did their routine activities were also used for general celebrations. The day after the Nile river -vefaü’n-nil-, which is described as the source of life, and the ceremonies during the opening of the wall in front of the estuary -kesrü’l-halic-, hosting the guests, hac mahfi li, Ramadan and Qurban bairams, mevlid celebrations, marriage and circumcision ceremonies, Nevruz feast, the opening ceremonies of the imaret activities. Another issue that we focus on in these areas, where he also follows the actions, is the games. Among the many squares mentioned repeatedly in the source books, the most important one can be counted as ibn Tulun, el-İhşid, elQasr, es-Sâlihi, ez-Zahiri, Birketü’l-fi l, Siryaqus, el-Mahâri, el-Qabaq. Taking care of the maintenance of the squares and having seating areas for the spectators in some are understood as stadiums. The importance of these squares in the eyes of the Mamluk sultans since the establishment of these squares, the functions of which we fi nd in the sources of the period, and which al-Makrîzî, one of the important historians of Mamluk history, tells one by one in his work called Kitab el-mevâ‘iz ve el-i‘tibâr fî zikr el-hıtât ve el-âsâr, is remarkable. In this study; Research has been made on the characteristics of the meyâdîn, which are the fi elds of games such as pike (spear), archery, sword, mace, wrestling, horse racing, qabaq and cevgan, and in this way data that will contribute to the history of Turkish sports have been reached.
Keywords: Mamluk, Qahire, Field (square/area/arena), Ceremony, Hıtat.
Memlûk Vakıf Araştırmalarına Bir Katkı: Siryakus Vakfı
Rıdvan Yiğit
ORCID: 0000-0003-2076-6583
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.9
Sayfalar: 211-223
Özet
Vakıflarla ilgili olarak çevremizde bulunan asırlık yapılara, arşivlerimizdeki vesikalara yahut kütüphanelerimizdeki tetkik eserlere bakıldığında bu müessesenin hayatımızı nasıl kuşattığını görmek mümkün olur. İslam coğrafyasında en ücra yerlerden merkezi kentlere kadar farklı boyutlarda ve farklı alanlardaki ihtiyacı karşılamak üzere tesis edilmiş olan vakıf eserlerinin mevcudiyeti derhal dikkat çeker. Arapçada durmak anlamına gelen vakıf, terminolojide bir malın hayır amacıyla ebediyen tahsis edilmesini ifade eder. Tanımdan da anlaşılacağı gibi vakıf müessesesinde süreklilik esas olup, bu kurumlar marifetiyle tarih boyunca varlıklı insanlar ihtiyaç sahiplerine ulaşmıştır. İncelemeye konu olan husus Türklerin Memlûklar Dönemi’nde kurdukları örnek bir vakıf üzerinden vakıf anlayışını devam ettirmenin yanında bu kurumları aynı zamanda nasıl tahkim ettiklerini ortaya koymaktır. Eldeki kayıtlar Firavunlar döneminde bile kâhinlere bazı mabetlerin ihtiyaçlarının karşılanması için araziler tahsis edildiğini göstermektedir. Ancak İslamî dönemde vakıfl arın kuruluş gayeleri ve işleyiş şekilleri açısından bambaşka bir çehreye büründüğü ve Memlûk sultanlarını harekete geçiren motivasyonun Firavunlardan çok farklı olduğu görülmektedir. Mısır coğrafyasına hâkim olan Müslümanlar burada vakıfl ar tesis etmiş, bilhassa Eyyûbîler ve Memlûklar gibi Türk devletleri hâkimiyet sahalarını vakıfl arla donatmıştır. Eyyûbîlerden yalnızca siyasal bir sistem değil aynı zamanda sosyal ve dinî kurumlar da tevarüs ettikleri görülen Memlûklar vakıfl ara büyük önem vermiştir. Köklü bir vakıf geleneğini devralan Memlûklar döneminde kurulan vakıfl ar, toplumun tüm katmanlarına hizmet edecek şekilde tesis edilmiştir. Memlûk tarihinin en uzun saltanat dönemini temsil eden Muhammed b. Kalavun ise vakıfl ara verdiği büyük önemle kayıtlara geçmiştir. İktisadi bakımdan Memlûk parasını dinar ve dirhemde şer’i standartlara en yakın değere ulaştıran sultan er-Ravku’n-Nâsırî adıyla bilinen kapsamlı kadastro düzenlemesiyle Mısır arazisinden elde edilen zenginliğin vakıfl ar aracılığıyla topluma hizmet olarak dönmesinde etkin rol oynamıştır. Çalışmada, tüm detayları Muhammed b. Kalavun tarafından hassasiyetle düzenlenen Siryakus Vakfi yesi üzerinden Türk vakıf geleneğine dair bir kesit ortaya konmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Mısır, Memlûklar, Muhammed b. Kalavun, İslam Kurumları, Siryakus Vakfı.
Abstract
When we look at the centuries-old structures around us, the documents in our archives or the research works in our libraries, it is possible to see how this institution has surrounded our lives. The existence of foundation works, which were established to meet the needs in diff erent dimensions and in diff erent areas, from the most remote places to the central cities in the Islamic geography immediately draws attention. Waqf, which means to stand in Arabic, in terminology, refers to the eternal allocation of a property for charitable purposes. As can be understood from the defi nition, continuity is essential in the establishment of foundations; and throughout history, wealthy people have reached the ones in need through these institutions. The subject of the study is to show how the Turks strengthened these institutions as well as maintaining the understanding of foundation through an exemplary foundation established during the Mamluks Period. The available records show that even during the times of Pharaohs, the priests were allocated lands to meet the needs of some temples. However, in the Islamic period, it is seen that the foundations took on a completely diff erent appearance in terms of their establishment purposes and functioning; and the motivation that sparked the Mamluk sultans was very diff erent from that of the Pharaohs. Muslims who dominated the geography of Egypt established foundations here, especially Turkish states such as Ayyubids and Mamluks equipped their areas of domination with foundations. The Mamluks, who inherited not only a political system but also social and religious institutions from the Ayyubids, attached great importance to foundations. The foundations established during the Mamluk period, which took over a deep-rooted tradition of foundations, were established to serve all layers of the society. Representing the longest reign in Mamluk history, Muhammad b. Kalavun, on the other hand, went down on the books with the great importance he gave to foundations. The sultan, who economically brought the Mamluk currency to the closest value to the religious standards in dinars and dirhams, played an active role in the return of the wealth obtained from the Egyptian land as a service to the society through foundations, with the comprehensive cadastral arrangement known as erRavku’n-Nâsırî. In this study, it will be tried to reveal a cross-section of the Turkish foundation tradition through the Siryakus Foundation, all details of which were carefully arranged by Muhammed b Kalavun.
Keywords: Egypt, Mamluks, Muhammed b. Kalavun, IslamıcInstitutions, Syriacus Foundation.
Baburlu Sarayında Kadın
Neslihan Durak
ORCID: 0000-0003-0672-5128
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.10
Sayfalar: 225-240
Özet
Hindistan tarihinin en önemli dönemlerinden biri şüphesiz ki, Babür’ün bu ülkede büyük bir siyasi teşekkül tesis etmesiyle başlar. Babürlüler, 1526’dan Hindistan’ın İngiliz hâkimiyeti altına girdiği 1857’ye kadar üç yüz yılı aşkın süre bu ülkeyi yönetecektir. Bu Türk devleti Hindistan tarihine siyasi, iktisadi ve kültürel alanda pek çok katkı yapmıştır. Eski Türk devletlerinde olduğu Baburlu sarayında da kadın üstün bir konumda ve toplumsal yaşamın içinde yer alır. Baburlu sarayında kadınlar oldukça önemli siyasî görevler üstlenmişlerdir. Bu yüzden hem XV.-XVI. yüzyılda Hint alt kıtasında tarihin en büyük devletlerden birini kuran Zahirüddin Muhammed Babur ünlü hatıratında hem de kızı Gülbeden Begüm hatıratında sadece erkeklere değil hanedana mensup tüm kadınlar hakkında da ayrıntılı bilgiler verir. Onların kaderi ile yakından ilgilenir ve kadınlara karşı daima korumacı bir yaklaşım sergiler. Babur saltanatının ilk yılında kendisini tahttan indirmek isteyen, babasının yadigârı olarak yanında tuttuğu Hasan Yakûb Bey’in darbesinden anneannesi İsen Devlet Begim sayesinde kurtulur. Gelişmeler karşısında Babur büyükannesini, “Kadınlar arasında, fi kir ve tedbir hususunda, büyük annem İsen Devlet Begim gibi bir kadın az bulunurdu. Fevkalâde akıllı ve tedbirli idi. İşlerin çoğu ona danışılarak yapılırdı.” sözleriyle över. Darbe olayında da alınacak tedbirler İsen Devlet Begim başkanlığında gerçekleşen bir toplantıda görüşülmüş ve onun onayından sonra uygulamaya konulmuştu. Türk-Hint İmparatorluğunda kadınların bilhassa sanat eserlerinde ve mimaride önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Sarayda resim yapmayı ve şiir sanatını öğrenen kadınlar, harem sisteminin varlığının olmasına rağmen sosyal hayattan ve siyasetten çekilmiyordu. Babur hükümdarlarının dikkati çeken özellikleri ise eş, kız veya akrabaları kadınlar için ölmez eserler dikmeleri, hatta şehirler vücuda getirmeleridir. Babür sülâlesi mensupları Orta Asya’daki sanat sevgisini ve ince zevki Hindistan’a getirmişler ve inşa ettikleri yapılara yansıtmışlardır. Bu bağlam da tebliğimizde Babürlü sarayında kadın ve rolü ele alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Babürlü İmparatorluğu, Gülbeden Begüm, İsen Devlet Begim, Zahirüddin Muhammed Babur.
Abstract
Undoubtedly, one of the most important periods in the history of India begins with the establishment of a large political organization in this country by Babur. The Baburs would rule this country for over three hundred years, from 1526 until 1857, when India came under British rule. This Turkish state has made many contributions to the history of India in the political, economic and cultural fi elds. In the Baburlu palace, as in the old Turkish states, women are in a superior position and in social life. In the Babur palace, women assumed very important political duties. Therefore, XV.- XVI. Zahirüddin Muhammed Babur, who founded one of the largest states in history in the Indian subcontinent in the century, gives detailed information not only about men but also about all women belonging to the dynasty in his famous memoirs and in the memoirs of his daughter Gülbeden Begüm. He is very interested in their fate and always shows a protective approach towards women. In the fi rst year of Babur’s reign, he survived the coup of Hasan Yakub Bey, who wanted to dethrone him and kept him as his father’s heirloom, thanks to his grandmother, Isen Devlet Begim. In the face of the developments, Babur said to his grandmother, “Among women, a woman like Isen Devlet Begim, my grandmother, was rare in terms of ideas and precautions. He was extremely smart and cautious. Most of the work was done in consultation with him.” praise him with his words. The measures to be taken in the event of the coup were discussed at a meeting chaired by Isen Devlet Begim and were put into practice after his approval. It is known that women played an important role in art and architecture in the TurkishIndian Empire. The women, who learned painting and poetry in the palace, did not withdraw from social life and politics despite the existence of the harem system. The striking features of the Babur rulers are that they erected immortal works for their spouses, daughters or relatives, and even created cities. The members of the Babur dynasty brought the love of art and fi ne taste in Central Asia to India and refl ected it in the buildings they built. In this context, the woman and her role in the Babur palace will be discussed in our paper.
Keywords: Baburlu Empire, Gülbeden Begüm, İsen Devlet Begim, Zahirüddin Muhammed Babur.
Babürlü Saray Kadınlarının Güzellik Algısı ve Giyim-Kuşamları
Müslüme Melis Savaş
ORCID: 0000-0001-7984-0800
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.11
Sayfalar: 241-276
Özet
Hint topraklarında varlıklarını sürdürmüş olan Babürlü devleti, yaptığı pek çok yenilik ile bu kıtada Türklere Altın Çağı yaşatmıştır. Çok köklü bir medeniyete sahip olan bu coğrafyanın halkı özellikle Babürlü döneminde Türk kültürüne ait pek çok yenilikle karşılaşmıştır. Elbette ki söz konusu dönemde Türklerin de Hint toplumundan etkilenmemesi mümkün değildir. İşte bu etkileşimlerin içinde özellikle güzellik algısı ve giyim kuşam meselesi de büyük önem teşkil etmektedir. Bilindiği üzere kadim dönemlerden beri güzellik algısı her dönem uygarlıklara göre çeşitlilik göstermiştir. Ancak güzellik için kullanılan saç boyaları, yüz maskeleri, parfümler ve cilde bakım yapan pek çok yağlar vb kozmetik ürünlerinin bütün uygarlıklar tarafından kullanıldığı da yapılan araştırmalar sonucunda ortaya konulmuştur. Her ne kadar güzellik malzemeleri benzerlik gösterse de giyim-kuşam konusunda özellikle her devlet ve millete özgü birtakım unsurların varlığı da göz ardı edilemez. Güzellik ürünleri ve giyim-kuşam konusunda günümüzde dahi dikkat çeken ve geleneklerine bağlılığını halen sürdüren ülkeler arasında yer alan Hint toplumu, Babürlüler döneminde Babürlü saray kadınlarını da etkilemiştir. Bunun en güzel örnekleri özellikle Geç Dönem Babürlü resimlerindeki bayan fi gürlerinin ellerinin ve ayaklarının kınalı olması, bellerine, ayaklarına takılar takmasıdır. Hatta öyle ki bazı gezi notlarında Babürlü saray kadınlarının günlerinin önemli bir bölümünün güzelleşmek için yapılan faaliyetler ile geçtiği not edilmiştir. Biz bu çalışmamızda Hindistan’da Türklerin Altın Çağı olarak bilinen Babürlü devletinin saray kadınlarının güzellik algısı, güzelleşmek için yaptıkları uygulamalar ve giyim kuşamları hakkında bilgiler sunacağız. Ayrıca tüm bu bilgiler ışığında Babürlü saray kadınlarının güzellik algısı ve giyim-kuşam yönünden Hint toplumundan ne denli etkilendiği ve onların eski Türk kadınlarının güzellik algısı ve giyim kuşamlarını ne kadar koruduklarını ortaya koymaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Babürlü Saray Kadınları, Güzellik Algısı, Giyim-Kuşam, Kozmetik, Babürlü Kadınlarında Takı.
Abstract
The Baburid state, which continued its existence in Indian lands, gave the Turks a golden age in this continent with its many innovations. The people of this geography, which has a very deep-rooted civilization, encountered many innovations of Turkish culture, especially during the Baburid period. Of course, it is not possible for Turks not to be infl uenced by Indian society in that period. In these interactions, especially the perception of beauty and the issue of clothing are of great importance. As it is known, the perception of beauty has varied according to civilizations since ancient times. However, hair dyes used for beauty, face masks, perfumes and many oils that care for the skin etc. It has been revealed as a result of researches that cosmetic products are used by all civilizations. Although beauty materials are similar, the existence of certain elements specifi c to each state and nation cannot be ignored in terms of clothing. The Indian society, which is among the countries that still draw attention in beauty products and clothing and still maintain their loyalty to their traditions, also infl uenced the Baburid palace women during the Baburid period. The best examples of this are the henna on the hands and feet of the female fi gures, especially in the Late Period Baburid paintings, and wearing jewelry on their waists and feet. In fact, it is noted in some travel notes that a signifi cant part of the days of the Baburid palace women was spent with activities to beautify. In this study, we will present information about the beauty perception of the palace women of the Baburid state, known as the Golden Age of the Turks in India, the practices they used to beautify, and their clothing. In addition, in the light of all this information, we will try to reveal how much the Baburid palace women were aff ected by the Indian society in terms of beauty perception and clothing and how much they preserved the perception of beauty and clothing of the old Turkish women.
Keywords: The Baburid Palace Women, Perception of Beauty, Cosmetics of Baburid Women, Clothings of Baburids.
İlteber Almış ve Egemenliğinin Dönüşüm Süreci
Altay Tayfun Özcan
ORCID: 0000-0002-6409-9711
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.12
Sayfalar: 277-287
Özet
IX. yüzyılın sonu ile X. yüzyılın başı arasında yaşanan birkaç önemli hadise, Doğu Avrupa Tarihinde farklı bir döneme geçilmesine neden oldu: 880’lerde Rusların Dnyeper Irmağı çevresinde bir güç olarak ortaya çıkmaları, 895’te Peçeneklerin İtil Irmağı’nı aştıktan sonra Macarların yaşadığı Don Irmağı ile Dnyeper Irmağı arasındaki bölgeyi kontrolleri altına almaları ve bu gelişme üzerine Macarların Karpat Dağları’na doğru göç etmek zorunda kalmaları, Uzların bir zamanlar Peçeneklerin yaşadığı İtil Irmağı ile Yayık Irmağı arasındaki bölgede ortaya çıkmaları. Ve bütün bu hadiselerin Hazar Kağanlığı, Bizans İmparatorluğu ve Tuna Bulgar Hanlığı üzerindeki yansımaları. Bütün bunlar ve elbette daha fazlası, 880’ler ile 900 arasındaki yirmi yıllık dönemin bundan sonraki yüzyıllar Doğu Avrupası’nı şekillendiren bir dönüm noktası olduğuna işaret eder. Bu yansımalardan biri de İtil Bulgar İlteberliği özelinde yaşanmaktaydı. Peçeneklerin İtil Irmağı boylarını aşarak Don Irmağı’na yönelmeleri ve eş zamanlı olarak onlardan boşalan Yayık ile İtil ırmakları arasına düşmanları Uzların girmesi Hazar Kağanlığı ekonomisinin belkemiği olan doğu‒batı ticaret hattının işlerliğine büyük darbe indirdi. Bunun ilk yansıması, Hazarların Kafkasya’daki egemenlik alanlarının daralmasıydı. Sürecin bir benzeri de İtil Irmağı’nın yukarı kesimlerinde Hazarlara tâbi bir devlet olarak varlık süren İtil Bulgar İlteberliği topraklarında yaşanıyordu. Bilhassa Abbasi Halifeliği’nden Bulgar topraklarına gönderilen elçilik heyetinde yer alan İbn Fadlan’ın gözlemleri, Bulgar hükümdarı Almış’ın 920’lerde bağımsızlık kazanma eğilimi içerisine girdiğini göstermektedir. Ona göre bu eğilimin bir neticesi olarak İlteber, İslamiyeti de kabul etmişti. Bununla birlikte arkeolojik veriler, sürecin İbn Fadlan’ın aktardıklarından çok önceye dayandığını gösterir. Diğer taraftan İbn Fadlan’ın aktardıklarını da, üzerindeki Ortaçağ örtüsünden kaldırarak değerlendirmemiz gerekiyor. Nitekim yabancısı olduğu bir egemenlik alanıyla ilgili olarak kimi konuları masalımsı bir tarzda takdim etse de bozkırdaki egemenlik alanında aktardığı detayların daha farklı manaları bulunuyor. Bu çalışma İlteber Almış’ın, başlangıçta Hazarlara tâbi bir kişi iken zaman içerisinde bağımsızlığına kavuşmak isteyen bir kişiye dönüşüm sürecini ele almakta ve bunu gerçekleştirme tasarısına odaklanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bulgarlar, Hazarlar, Abbasi Halifeliği, İslam, İbn Fadlan
Abstract
Several significant events between the end of the IXth century and the beginning of the Xth century, led to a diff erent era in the eastern European history: in the 880’s the Russians emerged as a power at the Dnyeper River around; in 895, after the crossed İtil River Pechenegs took control the area between the Don and Dnyeper rivers where the Magyars lived and because of this advance Magyars had to migrate towards the Carpatian Mountains; the emergence of the Uzes in the area between İtil and Yayık river where Pechenegs had lived once before they migrated to the west. And the refl ections of all these events on the Khazar Khanate, the Byzantine Empire and the Bulgar Khanate. All this, and of course more, indicated that the two decades between the 800’s and 900’s were a turning point in the eastern Europe in the centuries to come. One of these refl ections was experienced in the case of the İtil Bulgar Ilteberate. The fact that the Pechenegs crossed the İtil River and went towards to Don River, simultaneously the entrance of their enemies Uzes to the area between the İtil and Yayık rivers where Pechenegs vacated dealt a major blow to the functioning of the east-west trade line that backbone of the Khazar Khaganate economy. The fi rst refl ection of this was the shrinking of the Khazars’ dominance in the Caucasus. A similar process took place in the territory of the İtil Bulgar Ilteberate which existed as a state subject to the Khazars in the upper reaches of the İtil river. In particular, the observations of Ibn Fadlan who was the part of the embassy that send to Bulgar lands from the Abbasid Caliphate, showed that the Bulgarian ruler Almış tended to gain independence from Khazars in the 1920’s. According to Ibn Fadlan, Almış accepted Islam as a result of his aim. However, archaeological data indicates that the Islamization process of the Bulgars had an ongoing process. On the other hand, we need to evaluate what Ibn Fadlan conveyed by romeving it from the medieval veil. As a matter of fact, although he presents some subjects in a fairtale style about a domain that he was unfamiliar, the details he narrated actually have diff erent meanings. This study deals with the transformation process of Ilteber Almış, from being a subject to the Khazars at the beginning, to a person who wants to gain independence over time, and focuses on his plan to realize this.
Keywords: Bulgars, Khazars, Abbasi Caliphate, Islam, Ibn Fadlan.
İslam Tarihinin Bir Parçası Olarak Altın Orda Tarihi
İlnur M. Mirgaleev
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.13
Sayfalar: 289-302
Özet
Moğol seferleri sona erdikten ve Çengiz Han’ın imparatorluğunun yıkılışından sonra Altın Orda hanları bağımsız bir dış politika izlemeye başladılar. Kısa süre içerisinde de İslamiyet’i kabul ettiler. İslamiyet, yalnızca şehir halkı arasında değil, Altın Orda’nın göçebe halkı arasında da hızla yayılmaya başlandı. Müslüman Berke’nin hâkimiyetinden sonra da İslamlaşma süreci durmadı. Yazılı kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla Altın Orda’ya gelen Müslüman ilim adamları da İslamiyet’i yaymakla meşgul oldular. Söz konusu Müslüman din adamları, Sufi lerle de bağlantılıydılar. Sufi tarikatları ilk günden itibaren aktif faaliyetlerde bulundular ve Altın Orda tarihini kendi bakış açılarıyla kaleme aldılar. Ötemiş Hacı ve Abdulgaff ar Kırımî gibi Türk Tatar kaynakları da Cucioğullarının İslamlaştırılmış tarihini ele almaktadırlar. Bunlarda daha çok Berke ve Muhammed Özbek gibi Müslüman hanların tarihi üzerinde durulmaktadır. Müslüman bilim adamları Çengizî devletlerde daha XIII. yüzyılın başında misyonerlik faaliyetlerde bulunmaya başladılar. Harezmşah Devleti’nin Bağdat Halifeliği ile ilişkileri Müslümanların daha sonra Moğollara yaklaşımını da etkiledi. İbnü’l-Esir’in de aktardığı gibi Bağdat Halifesi, Çengiz Han ile gizlice yazıştı. Aynı şekilde kaynaklarda Cuci’nin de halife ile bağlantısı vardı. Berke ise kardeşi Batu’dan Hülagü’nün Bağdat halifesine karşı gerçekleştirdiği seferi durdurmasını istedi. Bunu isterken de Cucioğulları ile halife arasındaki bağa atıfta bulundu. Dinin gerçek yayıcıları olarak Müslüman misyonerler kendi faaliyetlerini pek afişe etmediler. Bize göre Altın Orda topraklarındaki kalenderler hakkında bugüne kadar pek bilgi sahibi olmamamızın sebebi de buydu. Ebu Bekir Kalender’in Kalendernâmesinin ilim dünyasına kazandırılması ise bu konuyu aydınlatmaktadır. Kısa sürede Müslümanlar, Altın Orda’nin hâkim eliti arasında yer aldı ve hanın iktidarının dayanağı oldu. Özbek Han’ın oğlu Canibek İslam geleneği çerçevesinde yetiştirildi. Altın Orda hanlarının hayatlarının tasvirlerinde İslam tarihi ve meşhur Müslüman karakterlerle paralellikler kurulmaktadır. Canibek, doğuştan Müslüman adı taşıyordu: Sultan Mahmud Canibek. Abdulgaff ar Kırımî, Canibek’in adil oluşu ve kararlılığı ile tanınan ikinci halife Ömer el-Faruk ile kıyaslandığını yazmaktadır. Yine İslamiyet’in zuhurunun ilk sırları ile Altın Orda hanlarının ilk dönemleri arasında da paraleller kurulmaktadır. Bunlarda Berke Han Hz. Ebu Bekir’e, Canibek Han ise Hz. Ömer’e benzetilmektedir. Tüm bunlar Sufi çevrelerinin Altın Orda’nın İslamileştirilmiş tarihini nasıl oluşturduğunu ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: Altın Orda Devleti, İslamlaşma, Cucioğulları, Ebu Bekir Kalender.
Abstract
The khans of Golden Horde started to follow an independent foreign policy after the end of Mongolian expeditions and collapse of the Empire of Chingis Khan. In a very short period, they accepted Islam. Islam started to spread not only among the urban population, but among the rural nomadic population very quickly. Islamization process did not stop after Muslim Berke Khan government. Even the Muslim scholars coming to Golden Horde engaged in the spread of Islam according to the written sources. Those Muslim scholars had connections with Sufi s. Sufi orders have been active from the fi rst day onwards and they wrote the history of Golden Horde from their own perspective. The Turkish Tatarian sources as Ötemiş Hacı and Abdulgaff ar Kırımi treated the Islamicated history of Son of Juchi. Both pieces discussed densely the history of Muslim khans as Berke and Muhammed Özbek. The Muslim scholars started to carry out missionary activities in the Chingissid States even at the beginning of the XIIIth century. The relationships of Khwarazmian Empire with the Caliphate in Baghdad did impact later the Muslims’ approach to Mongolians. As İbn Esir also wrote, the Caliph in Baghdad secretly corresponded with Chingis Khan. In the same manner, Cuci had connection to Caliph according to the sources. Berke requested from his brother Batu that Hulagu stopped his expediton towards Baghdad caliph. While requesting this, he referred to the tie between Caliph and Son of Juchi. The Muslim missionaries did not express their own activities as the real spreaders of religion. We think that this is the reason why we do not have many information on the qalandars within the Golden Horde territories. The publication of Ebu Bekir Kalender’s Kalendernâme enlightens this issue. The Muslims became in short time dominant elite of the Golden Horde and base of the power of khan. Canibek, son of Uzbek Khan, was raised up according to the Islamic tradition. In the description of the lifes of khans of Golden Horde, some parallels to the famous Muslim characters were constructed. Canibek carried Muslim names innately: Sultan Mahmud Canibek. Abdulgaffar Kırımî noted that Canibek had been compared to the Second Caliph Omer el-Faruk due to his justness and decisiveness. Again, some parallels with the fi rst secrets of the emergence of Islam and the fi rst periods of the khans of Golden Horde have been set up in which Berke Khan was associated to Abu Bakr; Canibek Khan to Omer. All of these clarify how the Sufi circles constructed the Islamized history of the Golden Horde.
Keywords: Golden Horde, Islamization, Son of Juchi, Ebu Bekir Kalender.
Karesi Beyliğinin Kültür Hayatına Dair Bir Eser: Risâletü’l-İslâm
Mehmet Şeker
ORCID: 0000-0002-4732-5190
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.14
Sayfalar: 303-317
Özet
Kuşkusuz bilinmektedir ki, Anadolu Türk tarihinin dönüm noktalarından birisi de İkinci Dönem Anadolu Beylikler Devri’dir. Anadolu’da kurulmuş olan bu beyliklerin ister kısa ister uzun ömürlü olsun kendi dönemlerinde ortaya koydukları eserlerle, kültürel mirasın önemli bir bölümünün günümüze kadar intikali mümkün olabilmiştir. İşte bu kültürel miras arasında halen ayakta kalabilmiş olan mimari yapılarla diğer kültürel eserlerle, kütüphane, arşiv ve müzelerde bulunan belgelerin incelenerek öncelikle tanınmaları, ardından da tanıtılmaları gerekmektedir. XIV. yüzyılın tamamında ve XV. yüzyılın ilk yarısında Anadolu Beyliklerinin hâkim oldukları şehirlerden bir bölümünün, aynı zamanda, dönemin önemli birer ilim merkezi hâline geldikleri de söylenebilir. Nitekim bunlar arasında; Kayseri, Konya, Niğde, Sivas, Kastamonu, Bursa, İznik, Kırşehir, Amasya, Birgi, Tire, Ayasuluğ ile Milas, Denizli ve Ankara’nın yanı sıra, Germiyanoğullları Beyliği yönetiminde bulunan, Kütahya, Uşak ve Kula’yı da sayabiliriz. Anadolu Türk beyleri, hâkim oldukları bölgelerdeki halkın maddî manevî desteklerini sağlayabilmek ve sevgilerini kazanabilmek amacıyla olsa gerek, bölgelerinde birçok imar faaliyetinde de bulunmuşlardır. Bununla birlikte, eğitim-öğretim ve kültür hizmetlerini de yerine getiren çeşitli müesseseler kurmuşlardır. Bu sâyede ortaya çıkan ilmî faaliyetlerin Anadolu Beylikleri döneminde yoğunluk kazanmış olduğu açıkça görülmektedir. Ayrıca Anadolu beyleri, dönemlerinin ilim adamlarını kendi yörelerine dâvet ederek, saraylarında ağırlıyor ve ilmî tartışmalara zemin hazırlıyorlardı. Böylece hem kendileri bu tartışmalardan yararlanıyor hem de ilim adamlarının birbirleri ile tanışmalarına da fırsat hazırlamış oluyorlardı. Bu sâyede öğrenciler de okudukları kitapların yazarlarını ve hocalarını tanıyarak, yetişmeleri için birlikte çalışma imkânı buluyorlardı. Müellifi belli olmayan bir İlm-i Hal kitabı olarak Risâletü’l-İslâm adlı eserin Anadolu’nun batısında kurulmuş olan Karesi Beyliği coğrafyasında yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu eser kültür tarihimiz ve dînî hayatımız bakımından çok önemli bir kaynak risale özelliği taşımaktadır. Bu risale üzerine yeterli çalışma ve değerlendirme yapılmadığı görülmektedir. Ancak Risâletü’l-İslâm üzerine çalışmaya başlayınca bilinen iki nüshadan başka üç yeni nüshanın daha mevcudiyeti ile karşılaşmış bulunuyoruz. Muhtemelen daha başka nüshaları da bulunacaktır. Bu bildiride hem bu yeni nüshaları tanıtıp hem de eserin muhtevası üzerinde durmaya çalışacağız. Ayrıca Risâletü’l-İslâm’ın yazıldığı dönemle ilgili Tekin’in görüş ve düşüncelerini tartışan bazı kanaatlerimizi paylaşacağız.
Anahtar Kelimeler: Karesi Beyliği, Risâletü’l-İslâm, XV. Yüzyıl, Anadolu Beylikleri, İlmihal.
Abstract
It is undoubtedly known that one of the turning points in Anatolian Turkish history is the Second Period of Anatolian Principalities. Whether these principalities established in Anatolia were short-lived or long-lived; It has been possible for a signifi cant part of the cultural heritage to be transferred to the present day with the works they produced in their own time. Among this cultural heritage; Cultural artifacts that have survived, and documents in libraries, archives and museums should be examined and fi rst recognized and then promoted. We can say that some of the cities dominated by the 14th centry and in the fi rsthalf of the fi rst half of the 15th centruy became an important science center of the period. Indeed, among them: Kayseri, Konya, Niğde, Sivas, Kastamonu, Bursa, İznik, Kırşehir, Amasya, Birgi, Tire,In addition to Ayasuluğ, Milas, Denizli and Ankara, we can also count Kütahya, Uşak and Kula, which are under the management of the Germiyanoğlu Principality. Anatolian Turkish lords must have been in order to provide the material and moral support of the people in the regions they dominate and to win their love, in their regions; They were also involved in many zoning activities. In addition, they have established various institutions that also provide education and cultural services. It is clearly seen that the scientifi c activities that emerged in this way gained intensity during the Anatolian Principalities. In addition, Anatolian lords invited the scholars of their time to their regions, hosted them in their palaces and prepared the ground for scientifi c discussions. Thus, they both benefi ted from these discussions and provided the opportunity for scholars to meet each other. In this way, students got the opportunity to get to know the authors and teachers of the books they read and to work together to grow. The work called Risâletü’l-İslâm, as a book of Ilm-i Hal, whose author is unknown, was introduced to the world of science by Şinasi Tekin in 1986 through two copies found. Many authors have benefi ted from this work by citing Tekin’s article. This work, which is seen to be written in the geography of Karesi Principality, is a very important treatise in terms of our cultural history and religious life. It is seen that there is not enough study and evaluation on this treatise. However, when we started to work on Risaletu’l-Islam, we encountered the existence of three new copies besides the two known copies. There will probably be more copies to be found. In this paper, I will both introduce these new copies and try to dwell on the content of the work. I will also share some of my opinions discussing Tekin’s views and thoughts about the period when Risaletü’l-Islam was written.
Keywords: Karesi Principalitity, Rısâletu’l-İslâm, 15th Century, Anadolian Principalities, Catechis.
Yunus Emre’nin Yaşadığı Coğrafyaya Dair Yeni Belge ve Bilgiler
Kenan Ziya Taş
ORCID: 0000-0002-8866-4025
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.15
Sayfalar: 319-337
Özet
Yunus Emre Türk Edebiyatı’nın ve tasavvuf hayatının çok önemli bir kişisidir ve şimdiye kadar pek çok araştırmanın konusu olmuştur. Onun olduğu kabul edilen eserler günümüzde de severek okunmakta ve çok büyük rağbet görmektedir. Onun hayatı hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlere göre yaşadığı dönem ve coğrafyaya dair çok farklı rivayetler ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun pek çok yerinde hatta Azerbaycan’da bile onun mezarının olduğu kabul edilen “makamlar” bulunmaktadır. Dönem olarak da 13. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar geniş bir tarih aralığına yayılmaktadır. Ancak yayınlanan bir belgede Yûnus Emre’nin 1240-41 yılında doğduğu, seksen iki yıl yaşadığı 1320’de vefat ettiği kaydedilmiştir. Biz bu araştırmaya sevk eden görüş ise Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıfar adlı kitabında “onun XIII. yüzyılın son yarısında Sivrihisar’da yahut Bolu civarında Sakarya suyuna yakın köylerden birinde yetişmiş bir Türkmen olduğu…” şeklindeki ifadeleridir. Bu bilginin doğruluğunu düşündüren husus, bazı arşiv kayıtlarının varlığıdır. Bu kayıtlar şimdiye kadar yapılan araştırmalarda görülmemiş ve kullanılmamıştır. Kullanılacak bu kayıtlar Osmanlı arşivinin önemli bir belge grubunu oluşturan Tahrir Defterleri içinde yer almaktadır. Bolu sancağına ait tahrir defterleri üzerinde çalışırken tespit ettiğimiz bu kayıtlar, Yunus Emre’nin yaşadığı coğrafyaya dair yeni bir bilgi ve onun hayatına dair yeni katkı getirecektir. Hazırlanacak bildiride bu belgelerin orijinalleri ve çözümlemeleri verildikten sonra, mevcut bilgilerle karşılaştırmaları yapılacaktır. Buradan çıkacak sonuçlar, Türk tarihini çok önemli bir kişisi olan Yunus Emre ya da Yunus Emreler üzerindeki araştırmalara farklı bir yön verecektir.
Anahtar Kelimeler: Yunus Emre, Tahrir Defterleri, Bolu, Tasavvuf, Türkmen.
Abstract
Yunus Emre, a very important fgure in Turkish literature and mystic life, has been the subject of many researches until today. The works that are accepted as his works are still read fondly and are in great demand today. There are diff erent opinions about his life. According to these views, very diff erent rumors have emerged about the period and geography in which he lived. In many parts of Anatolia, even in Azerbaijan, there are “maqams” that are considered his mausoleums. It covers a wide range of dates from the 13th to the 15th centuries. However, in a published document it is recorded that Yunus Emre was born in 1240-41 and died in 1320, when he lived for eighty-two years. The view that guides us to this research is the following statements in Fuad Köprülü’s book “The First Sufs in Turkish Literature (The First Sufs in Turkish Literature)”: “Yunus Emre who is a Turkmen lived in Sivrihisar one of the villages near the Sakarya river in the last half of the 13th century or around Bolu”. What makes us think that this information is correct is the existence of some archival records. These records have not been seen and used in researches done so far. These records to be used in the paper are included in the Tahrir Registers, which constitute an important group of documents in the Ottoman archive. These records, which we found while working on the cadastral registers of the Bolu sanjak, will bring new information about the geography where Yunus Emre lived and a new contribution to his life. After the originals and transcriptions of these documents are given in the paper to be prepared, comparisons will be made with the available information. The conclusions to be drawn from this will give a diff erent direction to the studies on Yunus Emre or Yunus Emres, a very important fgure in Turkish history.
Keywords: Yunus Emre, Ottoman Cadastral Registers, Sufizm, Turkoman
Akkoyunlu Yönetiminde Gülşenîyye Tarikatı’nın Etkileri
Ayşe Atıcı Arayancan
ORCID: 0000-0002-4232-2564
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.16
Sayfalar: 339-367
Özet
Akkoyunluların Doğu Anadolu, İran, Irak ve Azerbaycan gibi hâkim oldukları coğrafyada siyasi, askeri, iktisadi ve dini yönden düzensizliğin yaşandığı bir coğrafyadır. Tasavvuf hareketlerin geniş yer bulduğu bu coğrafyada çok fazla tasavvuf şeyhi iktidar tarafından kabul görüp, himaye edilirken; Akkoyunlu yönetiminde ruhanî kuvvet oluşturmuşlardır. Bilhassa Akkoyunlu hükümdarları geniş toplulukların denetimini sağlamak için tebaanın üzerinde etkili olan dervişler ile temas kurarak, bunu devlet siyaseti haline getirmişlerdir. Devletin kalıcı olması için verilecek siyasi ve mühim kararlarda sultanların başvurdukları kesimler arasında tasavvuf şeyhleri yer almaktadır. Akkoyunlu halkının inanç dünyasında etkili olan bu dervişler devlet hiyerarşisinde çeşitli roller alarak sultanı siyasi ve öğretisel olarak yönlendirmede etkili olmuşlardır. Sufi liliğe ilgi duyan Uzun Hasan Bey ve ardılları Baba Behram Çelebi, Nimetûllah Sani, Baba Abdurrahmân Şamî, Dede Ömer Rûşenî ve İbrâhim Gülşenî gibi şeyhler ile ilişkilerini yakın tutmuş, sarayında himaye ederek, siyasi açıdan alacakları kararlar için onlara başvurmuşlardır. Akkoyunlu sarayında etkili olan en önemli tarikatlardan birisi Halvetîliğin bir kolu Gülşenîyye Tarikatı’dır. Siyasi ve manevi açıdan mühim rol oynayan Gülşenîyye Tarikatı’na nispet edilen İbrâhim Gülşenî sarayda ve orduda oldukça etkili olmuştur. Özellikle Sultan Yakûb ordunun manevi güçünü artırmak için seferlerde onu da yanında götürmüştür. Benze şekilde Akkoyunlu – Safevi mücadelesinde İbrâhim Gülşenî sözleri ve öngörüsü ile Sultan Yakûb’a destek olmuştur. Memlûklerin Akkoyunlu üzerine yaptığı (1482) askeri saldırının durdurulmasında İbrâhim Gülşenî’nin ruhani desteği olmuştur. Bu isteklendirme Sultan Yakûb üzerinde oldukça tesir etmiş, büyük imtiyazlar ile İbrâhim Gülşenî’ye Tarhanlık verilerek her ne yaparsa yapsın kimsenin ona karışmaması için hüküm çıkarmıştır. Akkoyunlu Devleti’nin idaresinde güçlü bir yapı oluşturan tarikatlardan birisi de Gülşenîyye’dir. Akkoyunlu sarayında yönetim, ordu, toplum ve saray erkânı üzerinde mühim etkileri olmuştur. Bu aynı zamanda devlet yönetiminde siyaset-tasavvuf arasında çözülmesi gereken problemleri ortaya çıkarmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Akkoyunlu, Türkmen, Gülşenîyye, Sultan Yakûb, Tarikat, Sünni, Tasavvuf.
Abstract
The lands dominated by Aq Qoyunlus East Anatolia, Iran, Iraq, and Azerbaijan are a region replete with political, military, economic, and religious instabilities. While governments granted recognition and protection to numerous Sufi sheiks across these lands where the Sufi movements occupied a large place, Sufi sheiks built up spiritual power in the Aq Qoyunlu government and administration. To ensure the control of large masses, particularly the Aq Qoyunlu sultans established relations with these sheiks and dervishes and embraced the establishment of such relations as a state policy. The Sufi sheiks were among important groups that the sultans consulted over signifi cant decisions and political moves to be made for the survival of the state. These sheiks and dervishes who had an infl uence on beliefs and the daily life of Aq Qoyunlu society were infl uential in guiding the sultan on political and religious matters by assuming various roles within the state hierarchy. Uzun Hasan and his successors who had an affi nity with Sufi sm in maintained warm relations with dervishes such as Baba Abdurrahmân Şâmî, Baba Behram Çelebi, Nimetûllah Sani, Dede Ömer Rûşenî, and Ibrahim-i Gulshani, protected them, and consulted them over important decisions to be made. The Gulshaniyya order that was an extension of the Khalwatiyya order was one of the most crucial orders that had an infl uence on the Aq Qoyunlu palace. Ibrahim-i Gulshani who was regarded to be from the well-known and highly prestigious Gulshaniyya order playing important political and spiritual roles in the period was quite infl uential over the palace and army. Especially Sultan Yakûb took Ibrahim-i Gulshani most of the time with him to the military campaigns to reinforce the spirituality of soldiers. In the same vein, in the fi ghts between Safavids and Aq Qoyunlus, Ibrahim-i Gulshani supported Sultan Yakûb with his discourse and foresight. Ibrahim-i Gulshani off ered spiritual support to stop a Mamluk raid against the Aq Qoyunlus in 1482. These incentives and motives were quite infl uential over Sultan Yakûb and induced the sultan to issue a decree granting Ibrahim-i Gulshani an immunity with grand privileges so that no one would prevent Ibrahim-i Gulshani wherever he went or whatever he did.One of the scets, which was a strong structure in the administration of the Aq Qoyunlus State was Gulshaniyya.İn Aq Quyunlus place it had signifi cant eff ect of the administration ,army,society and palace of offi cials.This also reveals the problems that need to be solved between politics and mystcism in state administraton.
Keywords: Aq Qoyunlu,Turkmens, Gulshaniyya, Sultan Yakub, Order, Sunni, Sufism.
Trabzon Rum Devleti’nin XIII. Yüzyıldaki Sınırları
İbrahim Tellioğlu
ORCID: 0000-0002-1796-1452
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.17
Sayfalar: 369-385
Özet
IV. Haçlı Seferi’nde Latinler İstanbul’u ele geçirdiği sırada, Gürcü Kraliçesi Tamara’dan asker desteği alan Aleksios ve David Komnenos kardeşler Nisan 1204’te Karadeniz sahilinin belirli kesimlerine hâkim olmuştu. Böylece tarihte Trabzon Rum Devleti olarak bilinen siyasi teşekkül ortaya çıktı. Komnenosların bölgeye hâkim olmasına tanıklık eden Rum tarihçileri onların Trabzon’dan Karadeniz Ereğlisi’ne kadar olan yerleri ele geçirdiğini yazar. Ancak bu sahanın ayrıntılı tarifi ni yapmaz. 1206 gerçekleşecek hadiseler sebebiyle Samsun kalesinin Komnenosların elinde olmadığı anlaşılmaktadır. 1214’te İznik hâkimi Theodore Laskaris, Batı Karadeniz’i ele geçirerek Ereğli ve Amasra’yı onlardan almıştı. Böylece Trabzon Rumları 10 yıl sonra Batı Karadeniz’i terk etmek zorunda kalmıştı. Aynı yıl Sinop önlerinde yapılan savaşta Türkiye Selçuklularına mağlup oldular. İzzeddin Keykavus ve Aleksios Komnenos arasında yapılan anlaşmaya göre Komnenoslar, Selçukluların yüksek hâkimiyetini kabul etmiş, vergi ve istendiğinde asker göndermeyi kabul etmiş, bunun karşılığında da Samsun ve doğusunun idaresini elde etmişti. Kuruluş döneminden itibaren Trabzon Rum Devleti’nin güney sınırlarının Canik ve Doğu Karadeniz sıradağlarıyla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu bölge Malazgirt Zaferi’nden beri Türklerin elindeydi. Komnenosların hâkimiyet alanı sahildeki kıyı şeridinden ibaretti. Yüzyılın sonlarına doğru Çepnilerin Ordu’yu ele geçirmesi sonucu Rumlar daha doğuya çekilmek zorunda kalmış, Giresun ve Trabzon’u idare eder vaziyete gelmişlerdi. Zira doğuda da 1265’te Moğollardan Ardeşen ile Ahıska arasını ikta alan Kıpçaklar Rize’nin bir kısmını ele geçirmişti. 1280’de Moğol istilası sebebiyle Anadolu’da ortaya çıkan karmaşayı fırsat bilerek Gümüşhane’yi ele geçirmek isteyen Kral Georgios’un mağlup olarak esir düşmesinden anlaşıldığı kadarıyla Rumların sınırlarını dağlık alanın güneyine genişletme çabası da hüsranla sonuçlanmıştı.
Anahtar Kelimeler: Trabzon Rum Devleti, Karadeniz Bölgesi, XIII. Yüzyıl, Sınır, Türkler
Abstract
While the Latins captured Istanbul in the IVth Crusade, the brothers Alexios and David Komnenos, who received military support from the Georgian Queen Tamara, dominated certain parts of the Black Sea coast in April 1204. Thus, the political formation known as the Trabzon Rum State emerged. Rum historians, who witnessed the Comnenian domination of the region, write that they captured the places from Trabzon to Karadeniz Eregli. However, it does not give a detailed description of this fi eld. It is understood that Samsun castle were not in the hands of Komnenos due to the event that took place in 1206. On the other hand, in 1214, the Iznik ruler Theodore Laskaris who had captured the Western Black Sea, and took Eregli and Amasra from them. Thus, Trabzon Rums had to leave the Western Black Sea after 10 years. In the same year, they were defeated by the Anatolian Seljuk’s in the war in front of Sinop. According to the agreement made between Izzeddin Keykavus and Alexios Komnenos, the Komnenos accepted the high dominance of the Seljuks, agreed to send taxes and soldiers when requested, and in return obtained the administration of Samsun and its east. It is understood that the southern borders of the Trabzon Rum State were limited to the Canik and Eastern Black Sea Mountain ranges from the establishment period. This region had been in the hands of the Turks since the Manzikert victory. The Comnenian dominance consisted of the coastline on the coast. Towards the end of the century, as a result of the Chepni’s capture of Ordu, the Rums had to retreat further east and came to rule Giresun and Trabzon. Because in the east, in 1265, the Kipchak’s, who took the distance between Ardeşen and Ahıska from the Mongols, captured a part of Rize. As it can be understood from the defeat and capture of King Georgios, who wanted to seize Gümüşhane, by taking advantage of the turmoil that arose in Anatolia due to the Mongol invasion in 1280, the Rums’ attempt to expand their borders to the south of the mountainous area also ended in failure.
Keywords: Trabzon Rum State, Black Sea Region, XIIIth Century, Border, Turks.
X. Yüzyılda Bizans-Arap Sınırında Yeni Bir Askeri-İdari Birim: Armeniaka Themata
Öner Tolan
ORCID: 0000-0002-9148-6944
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.18
Sayfalar: 387-414
Özet
Doğu sınırında savunmadan saldırıya geçişin dönüm noktasını 863 yılında Malatya emirliği ordusunun Bizans tarafından ağır şekilde mağlup edilmesi hadisesi oluşturmaktadır. Sonrasında Romanos Lekapenos, Nikephoros Phocas, Ioannes Tzimiskes gibi imparatorların idaresinde sürdürülen X. yüzyılın büyük askeri seferleri, Bizans devletine doğu bölgelerinde önemli toprak kazanımları sağladı. John Kourkuas 928’de Dvin’e kadar ilerledi. 934’te Malatya alındı. 940 yılında Arsamosata alındı. 949’da Theodosiopolis’in alınışı ile Arap gücü kuzeyde tamamen çökmüş oldu. 955 yılından sonra askeri harekatın yönü güneye döndü. Kilikya ve Antakya civarındaki fetihlerden sonra ileri aşamada Bizans ordusu kuzey Suriye ve Filistin topraklarında göründü. Yüzyıl sonuna gelindiğinde devlet üç asır önce kaybettiği topraklara yeniden dönmüş oluyordu. Yeniden ele geçirilen bölgelerde, idari-askeri organizasyonda farklı bir yapılanmaya gidilmiş olması dikkat çekicidir. Buralarda eskisine göre çok daha küçük bir alanı kapsayan yeni themalar oluşturuldu. Ancak bu küçük idari birimler bir saldırıya karşı koyacak boyutta askere sahip değildi. Ayrıca birden fazla themanın idaresini alabilen ve başında douks (dük) veya katepano denen komutanın bulunduğu bir üst idari birim oluşturuldu. Kaynak yetersizliği nedeniyle süreklilikleri ispatlanamayan bu üst idari birimin, anlık siyasi şartlara göre ihtiyaç anında birkaç thema ordusunu birleştirmeye yönelik bir tedbir olarak düşünüldüğü söylenebilir. Birde bu askeri birimlerden bağımsız ve zaman zaman yetki sınırları daha geniş tutulan doğrudan merkeze bağlı sivil idarecilerin bulunması da söz konusuydu. Sınırlara yönelik birden farklı düzenleme içeren bu organizasyonların oluşturulmasındaki amaç neydi? Genişletilmiş yetki makamı ve bunun yanı sıra küçük idari birimler sınır bölgelerinde radikal ve köklü değişikler mi içeriyordu yoksa dış tehlikelere karşı oluşturulan kısa vadeli, geçici önlemlerden mi ibaretti? Bu çalışma yazılı ve arkeolojik bulgular ışığında yeniden fethedilen bölgelerde uygulamaya konan idari sisteminin esaslarını ve sistem değişikliğini zaruri kılan şartları tespit etmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bizans Devleti’nin Doğu Sınırı, X. Yüzyıl, Thema, Katepano, Douks.
Abstract
The turning point of the transition from defense to attack on the eastern border was the heavy defeat of the army of the Melitene emirate by Byzantium in 863. Afterwards, the great military campaigns of the 10th century, which were carried out under the rule of emperors such as Romanos Lekapenos, Nikephoros Phocas, and Ioannes Tzimiskes, provided the Byzantine state with important territorial gains in the eastern regions. John Kourkuas advanced as far as Dvin in 928. Melitene was taken in 934. Arsamosata was taken in 940. With the capture of Theodosiopolis in 949, Arab power in the north completely collapsed. After 955, the direction of military action turned south. After the conquests around Cilicia and Antakya, the Byzantine army appeared in northern Syria and Palestine at a later stage. By the end of the century, the state was returning to the lands it had lost three centuries ago. It is noteworthy that in the recaptured regions, a diff erent restructure was made in the military-administrative organization. New themes were created here, covering a much smaller area than before. However, these small administrative units did not have enough soldiers to withstand an attack. In addition, an upper administrative unit was created, which could take the administration of more than one theme and was headed by a commander called a douks (duke) or katepano. This upper administrative unit, that its continuity cannot be proven due to lack of resources, can be perceived as a precaution to unite several thematic armies in times of need, depending on the current political conditions. There was also the existence of civilian administrators directly attached to the center, independent of these military units and with wider limits of authority from time to time. What was the purpose of establishing these organizations with more than one regulation for borders? Did the enlarged jurisdiction, as well as the smaller administrative units, involve radical and fundamental changes in the border areas, or were they merely short-term, temporary measures against external dangers? In the light of written and archaeological fi ndings, this study aims to determine the principles of the administrative system implemented in the re-conquered regions and the conditions that make the system change necessary.
Keywords: Eastern Frontier of the Byzantine Empire,10th Century, Thema, Katepano, Douks.
Ruhban Sınıfından Olmayan Cenovalı Bir Yazarın Gözünden Haçlı Seferleri
Sevtap Gölgesiz Karaca
ORCID: 0000-0001-9865-2290
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.19
Sayfalar: 415-449
Özet
Cenevizlilerin Haçlı Devletleriyle ilişkilerini anlatan Cafarus’un eseri, ülkemizdeki Haçlı Seferleri çalışmalarında arka planda kalmış bir kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Genelde bu kaynakları yazanlar ruhban sınıfına mensup zümre içerisinde yer alırlar. Ancak Cafarus bu zümreye dâhil değildir. Dolayısıyla eseri bir Haçlı Seferi anlatısı olmakla beraber, diğer kaynaklardan farklı yönleri bulunmaktadır. Çalışma yapılırken RHC’daki Latince metin ve Belgrano’nun neşri esas alınmış ve eserin İngilizce tercümesiyle kıyaslanmak ve diğer araştırma eserlerden de yararlanmak suretiyle oluşturulmuştur. Çalışmada Cafarus’un hayatından, eserlerinden ve De Liberatione’nin içeriğinden bahsedilmiştir. Böylece din adamı olmayan bir kişinin Haçlı Seferleri’ne bakış açısı ortaya koyulmuş, ayrıca yazarın Türklere ve Müslümanlara karşı düşünceleri de tespit edilmiştir. Son olarak bu kaynağın, önemli yerleri tercüme edilmek ve değerlendirilmek suretiyle, Haçlı Seferleri çalışmalarında kullanımının arttırılması amaçlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Akdeniz, Cenova, Haçlılar, Haçlı Kaynakları.
Abstract
The book of Caff aro which narrates the relations of the Genoese with the Crusader states stayed in the background of the Crusades in our country. Usually, the writers of these sources belong to the regular clergy. However, Caff aro is not included in this group. Thus, there are diff erent aspects from other sources, although his book is a narrative of the Crusade. While doing this study, the Latin text in RHC and the publication of Belgrano were taken as a basis and the article was created by comparing the English translation of the book and using other research works. The life of Caff aro, his works and the content of Liberatione were mentioned in this study. Thus, it revealed a layman’s point of view on the Crusades. In addition, the writer’s thoughts against Turks and Muslims were determined. Finally, it was aimed to increase the use of this source in the Crusades studies, by translating and evaluating important parts.
Keywords: Mediterranean, Genoese, the Crusades, the Crusader Sources.
Ortaçağ İranı’nda Bir Silâh ve Çelik Üretim Merkezi: Çâhek
İbrahim Duman
ORCID: 0000-0002-1454-3052
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.20
Sayfalar: 451-471
Özet
Ortaçağ’da İran coğrafyasında birçok silah ve çelik üretim merkezi vardı. Bu yerlerden biri de Çâhek idi. Çâhek, bilim dünyasında yeni tanınmaya başlayan bir Ortaçağ yerleşkesidir. Konum itibariyle Şîrâz-Yezd-Kirmân şehirlerinin kavşak noktasında yer almaktadır. Kaynaklarda tespit edebildiğimiz kadarıyla Çâhek ile ilgili en erken kayıt XII. yüzyıla; en geç kayıt ise XVI. yüzyıla denk gelmektedir. Bu yerleşke eserlerde Sâhe, Sâhek, Câhek ve Çâhek olarak zikredilmektedir. Elimizdeki bilgilere göre burasının Büyük Selçuklular (1038-1157), İlhanlılar (1256-1353), Timurlular (1370-1507) ve AkKoyunlular (1340-1514) devrinde aktif olarak silah ve çelik üretimine devam ettiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte XII. yüzyıldan önce ve XVI. yüzyıldan sonra da Çâhek’te silah ve çelik imâli yapılması ihtimâl dahilindedir. Çâhek tarihî yerleşkesinde çelik üretiminin yapıldığını kanıtlayan pota kalıplarının parçaları günümüze ulaşmıştır. Pota kalıbı, sıvı hâldeki demirin içerisine bitkisel, madenî ve hayvansal maddeler katarak demiri çeliğe dönüştürme işleminde kullanılmaktaydı. Hazırlanan çelik külçelerinden kılıç başta olmak üzere hançer, bıçak, kama gibi silahlar üretilmekteydi. Bu yerde hazırlanan Hint tarzı kılıçların üretiminden kaynaklarda bahsedilmektedir. Zikredilen kılıçlara imâl edildiği yere nispeten Çâhekî denmekteydi. Son yapılan araştırmalara göre Çâhek’te üretilen çeliğin karışımında krom tespit edildi. Bu durum kromun çelik üretiminde kullanılmasına dair dünyanın en eski kanıtı niteliğini taşımaktadır. Bugün Çâhek, İran resmî kurumları tarafından Büyük Selçuklular devrine ait tarihî sit alanı olarak tescil edilmiş bulunmaktadır. 2017 yılında saha çalışması yaptığımız Çâhek’te geniş çaplı bilimsel kazılar henüz başlamamıştır. İran’da özellikle çelik üretimine dair arkeolojik kanıtların ele geçirildiği tek Ortaçağ yerleşkesi olan Çâhek’in bilim dünyasına daha fazla tanıtılarak dikkat çekilmesi ve burada bir an önce arkeolojik bilimsel kazıların başlaması araştırmamızın amaçlarından birisidir.
Anahtar Kelimeler: Çâhek, Silah, Pota Çeliği, Çâhekî Kılıcı, Ortaçağ İran.
Abstract
There were many centres for arms and steel production in Medieval Iran. One of these centres was Chāhak. Chāhak is a medieval settlement that has begun to be recognized in the scientifi c world. It is located at the crossroads of the cities of Shīrāz, Yazd and Kermān. As far as we can determine in the sources, the earliest and the latest records about Chāhak correspond to XIIth and XVIth centuries. This settlement is mentioned as Sāheh, Sāhak, Jāhak and Chāhak in the sources. According to the information that we have, it is understood that this place continued to produce weapons and steel actively during the Great Saljuqs (1038-1157), Ilkhanids (1256-1353), Timurids (1370- 1507) and Aq-Qoyunlus (1340-1514). However, it is possible to manufacture weapons and steel in Chāhak also before the XIIth and after the XVIth centuries. Fragments of crucible molds proving that steel production was carried out in the historical settlement of Chāhak have survived to the present day. The crucible mold was used in the process of transforming iron into steel by adding vegetable, mineral and animal substances to the liquid iron. Arms such as daggers, knives and wedges especially swords were produced from the prepared steel ingots. The production of Indian style swords prepared in this place is mentioned in the sources. The aforementioned swords were called Chāhakī where they were made. According to the latest research, chromium was detected in the mixture of steel produced in Chāhak. This is the world’s oldest evidence on the use of chromium in steel production. Today, Chāhak has been registered as a historical site belonging to the Great Saljuqs period by the Iranian offi cial institutions. Large scaled scientifi c excavations have not yet started in Chāhak, where we conducted fi eldwork in 2017. One of the aims of our research is to draw attention to the scientifi c world by introducing Chāhak, which is the only medieval settlement in Iran where archaeological evidence of steel production has been discovered, and to start archaeological scientific excavations here as soon as possible.
Keywords: Chāhak, Arms, Crucible Steel, Swords of Chāhakī, Medieval Iran.
Metaphoric Meaning of Sir Robert Sherleyʼs Exotic Appearance: From the History of Anglo-Safavid Relations
Lamiya Gafar-zada
ORCID: 0000-0002-4773-404X
DOI: 10.37879/9789751756435.2023.21
Sayfalar: 473-499
Özet
Araştırmanın amacı, Safevi Şah Abbasʼın elçisi Sir Robert Şerliʼnin bilinen tüm portrelerini incelemek, bir İngilizʼin toplum içinde sürekli Safevi fahri kıyafeti ve sarık takmasının amacının ne olduğunu araştırmak ve özellikle de Şerliʼnin dış görünüşünün İngiliz-Safevi ilişkilerinin yaygınlaşması ve güçlenmesindeki rolünü tanımlamaktır. Araştırma metodolojisi, pek bilinmeyen niteliksel araştırma yöntemlerinden olan – içerik analizinin yanı sıra tarihsel, geçmişe yönelik ve genel bilimsel yöntemlerin (analiz, sentez, genelleme) karmaşık uygulanmasına dayanmaktadır. Araştırma konusu olarak Şerliʼnin XVII. yüzyılın 1. çeyreğinde yaptığı bilinen dört portresi seçilmiştir. Makalenin bilimsel yeniliği, yerel tarih yazımında ilk kez, İngiliz-Safevi ilişkilerini incelemek için değerli bir tarihsel kaynak olarak Sir Robert Şerliʼnin portrelerini inceleme girişiminde bulunulmasıdır. Hem yerli hem de yabancı bilimsel literatüründe İngiliz-Safevi ilişkilerine yönelik pek çok çalışma olmasına rağmen, bu konu hiçbir zaman yerli ve yabancı araştırmacıların özel bilimsel ilgi alanına girmemiştir. Robert Şerliʼnin portrelerinin detaylı analizi ve hem dönemin kaynaklarının hem de tarihi olayların analitik incelenmesi, portrelerin Robertʼın sadece görsel tasviri olmadığını ve görünüşünün onun tarzı, kültürel uzaklaşması veya dini inancı ile ilgili olmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu onun elçilik görevleri sırasındaki diplomatik stratejisinin bir parçasıydı. Proto-soft power politikasının bir parçası olarak Şerli, görünüşünü diplomatik manipülasyonların en iyi aracına dönüştürmüştü. Kıyafetleri siyasi mesajlar taşımış, hem diplomatik hem de kişisel birçok temel amaca hizmet etmiş ve dahası edebiyat, tiyatro, sanat (portre) ve hatta erken modern İngiltereʼnin saray modasına yansımıştı.
Anahtar Kelimeler: Sir Robert Şerli, İngiliz-Safevi ilişkileri, İngiltere, Safevi İmparatorluğu, Şah Abbas, elbise, şeref cübbesi, ipek, proto-soft power politikası.
Abstract
The purpose of the research is to examine Safavid Shah Abbasʼs ambassador Sir Robert Sherley’s all known portraits, to explore what was the purpose of a born Englishman in wearing Safavid honorifi c garments and turban permanently in public and to defi ne the role of Sherley’s exotic appearance in further expanding and strengthening Anglo-Safavid relations in particular? The methodology of research is based on implementing of one of the unobtrusive qualitative research methods – content analysis, as well as on an integrated application of historical, retrospective and general scientifi c (analysis, synthesis, generalization) methods. Sherley’s four known portraits painted in the 1st quarter of the XVII century was chosen as the units of analysis. The scientifi c novelty is that an attempt to study the portraits of Sir Robert Sherley as valuable historical sources to study Anglo-Safavid relations is being taken for the fi rst time in domestic historiography. Although there are a lot of works devoted to Anglo-Safavid relations both in domestic and foreign scientifi c literature, this issue has never been the object of special scientifi c interest either of domestic or foreign researchers. Detailed analysis of Robert Sherley’s portraits as well as analytical study both of contemporaneous sources and historical events revealed that portraits were not just a pictorial representation of Robert and his appearance was neither a cultural cross-dressing, nor self-fashioning, nor cultural distancing, nor religious devotion, but was a part of his diplomatic strategy during his ambassadorial missions. As a part of proto-soft power policy Sherley turned his appearance into the best instrument of diplomatic manipulations. His exotic clothes carried in themselves coded political messages and served several principal goals, both diplomatic and personal, and, moreover, refl ected on literature, theatre, art (portraiture), and even court fashion of early modern England.
Keywords: Sir Robert Sherley, Anglo-Safavid relations, England, Safavid Empire, portraits, Shah Abbas, clothes, robe of honor, silk, proto-soft power policy.